25 Kasım 2012 Pazar

Yaparsa en iyi zam mı hoca yapar

Yerel seçimlerde Mustafa AKAYDIN’ın en vurucu sloganıydı
“Yaparsa, hoca yapar sloganı”. Dev proje afişleri reklam panolarına asılıyor ve hepsinde de bu slogan yer alıyordu. En iyisini hoca yapacaktı, çünkü Antalya Ankara’dan zengindi, Antalyalının ihtiyacı golf değil ekmekti, elektrik enerjisini bile Antalya kendisi üretecekti. Hocadan beklenti büyüktü. 

Yaparsa en iyisini yapacak olan hoca ise göreve gelir gelmez ne yaptı?  Yapmayacağına söz vermiş olmasına rağmen ilk işi suya ve ulaşıma zam yapmak oldu.  Böylece hocanın en iyi ne yapacak olduğunu anlamış olduk. Meğerse hoca da kendisinden öncekiler gibi en iyi “zam” yapıyormuş.
Göreve geldiğinden beri yapmayacağım dediği halde, suya üç defa zam yapan hoca, dördüncü zamma hazırlanıyormuş. ASAT Genel Kurulu’nda görüşülen ve komisyona havale edilen zam talebi gerçekleşirse, suya ortalama %15 zam yolda. Zammın bahanesi de hazır tabi “elektriğe ve akaryakıta gelen zamlar”. Hoca herhalde emekçinin, çiftçinin, dar gelirlinin ücretlerinden bihaber; akaryakıta, elektriğe yapılan zam sadece ASAT’ı mı etkiliyor? Hükümetin çay kaşığıyla zam verip, kepçeyle geri aldığı halkın sırtına, hoca bir de su zammını yüklüyor.

Aynı partinin İzmir İli Dikili İlçesinin Belediye Başkanı Osman ÖZGÜVEN halka bedava içme suyu sağladığı gerekçesiyle hapis cezası alırken, Osman ÖZGÜVEN’in partidaşı ne yapıyor, halkın sırtına %15 zammı yüklemeye hazırlanıyor. Zam yaparken bir “yapmasak Yunanistan oluruz”  bahanesini sıralamamış. Seçim öncesi, proje üstüne proje sıralayan, seçimlerden sonra icraat yerine sürekli bahane üreten, belediye kaynaklarını özelleştirme yoluyla satmaya çalışan, su ve ulaşım zamlarıyla halkın sırtına ekstra külfet yükleyen AKAYDIN hiç bir şey yapamıyorsa, nasıl sosyal belediyecilik yaptığını Osman ÖZGÜVEN’e sorsun, herhalde telefon numarası vardır.  Hoca bu bahanelere de çok güvenmesin, o zamlara boyun eğeceğimizi zannetmesin. 

23 Ekim 2012 Salı

Bu Bir Utanmazlık Hali



Dün (Pazartesi) birçok internet haber sitesinde bir haber vardı. Haberin başlığı da “Bu Bir Utanç Haberi”dir şeklindeydi. Alanya’nın Kestel beldesinde tatil yapan Finlandiyalı turist Minna Eeva Kaarina Lehtovirta, bir diskoda tanıştığı ve birlikte sahile gittiği M.K’nın tecavüzüne uğradı. Daha sonra jandarmaya başvuran kadın, olayın ertesi günü kaldığı evde ilaç içerek yaşamına son verdi. Muhtemelen medeni bir ülkeye geldiğini, medeni bir insanla tanışıp sohbet ettiğini düşünmüş, onunla sahilde bir şeyler içip, sohbet etmenin sorun olmayacağını sanıyordu. Ama bilmediği bir şey vardı. Bu ülke kadınlar için artık bir cehenneme dönmüştü. Bu ülkede “bana gülümsedi ondan tecavüz ettim” diye tecavüzü savunan insanlar vardı. Muhtemelen Minna bunları bilmiyordu.

Bu tecavüz olayı, dün tüm medyada bir utanç haberi olarak yer aldı. Oysa tam tersi bir utanmazlık hali içerisindeyiz. İddia ediyorum, o utanma haberi yapılırken birçok kişi “bu haberler turizmi olumsuz etkiliyor” diye düşünüyordur. Tıpkı “Barış Gelini” olarak İtalya’dan yola çıkıp ülkemizde tecavüze uğrayan ve öldürülen Pippa Bacca’nın katil zanlısının kahvede “böyle insanlar yüzünden AB’ye giremiyoruz” dediği gibi. Zaten hem toplumumuz, hem kanunlar tecavüze ve şiddete maruz kalan kadınları suçlu görmüyor mu? Nice utanç davalarında tecavüzcüler en alt sınırdan yargılanıp salıverilmedi mi? O utanç davalarında toplumun “kalbur üstü “ sayılan insanları yok mu? Hangi utançtan bahsediyoruz o zaman. Yaşanan maalesef utanç değil, tam bir yüzsüzlük ve utanmazlık halidir. Pozantı Cezaevinde tecavüze uğrayan çocuklar bu ülkenin çocukları değil miydi? Ne oldu onlara. Eğer biraz utanma olsaydı, yaşanan bunca olaydan sonra yer yerinden oynaması gerekirdi. Ama öyle bir aymazlık içerisindeyiz ki, toplumun tüm ötekilerine karşı büyük bir vurdumduymazlık hali var.

Erkek toplumumuz adeta kadınlara karşı bir “sürek avı” başlatmış durumda. Kadına karşı her türlü şiddet yöntemi kullanılıyor, “karnında bebeği var” demeden kadınlar katlediliyor. Siyasi iktidar ne yapıyor? Hiç, kocaman bir hiç. Bir şey yapması beklenebilir mi? Beklenmemeli. “Hiç kadınla erkek eşit olur mu?” diye soran, kadınların en az üç çocuk yapmasını isteyen ve onların eve mahkûm olmasını bekleyen RTE’nin tek adam iktidarında maalesef kadınları daha kötü günler bekliyor.  Ve toplum derin bir sessizlik içinde olup biteni seyrediyor. Düşünün, binlerce siyasi mahkûm bedenini açlığa yatırmış, ölüm sınırına gelmiş, 40 gün olmuş, halen doğru dürüst bir tepki yok. Acaba bu durumdan da toplumumuz utanıyor mu? Sanmıyorum, hatta birçoğu, bundan da eminim, “teröristler” kendini öldürüyor diye seviniyordur.  Binlerce insan ölüm oruçlarında ölüme yaklaşırken, bir toplum bunlar yokmuş gibi “Kurban Bayramı”nda bayram yapmaya hazırlanıyor. Adeta ölümler ülkesi olduk. Ülkemizin dağlarında, karayollarında, evlerde, mahallelerde, cezaevlerinde gençlerimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız bir bir toprağa düşerken, olan biteni bir dizi izler gibi izleyen bir toplum haline geldik.

Daha geçen hafta, Antalya bir evladını, bir sapığın tecavüz edip öldürmesi sonucu, kaybetti. Henüz hayatının baharında bir üniversite öğrencisi, binlerce hemcinsinin kaderini paylaştı. Antalya daha bu acısını unutmamışken, ülkemize, kentimize misafir gelmiş bir insanın hayatı karartıldı, yaşamdan koparıldı. Artık kadın sorunu için daha ne yazılabilir bilmiyorum, biz yazarken belki bir kadın daha hayattan koparılıyor.

27 Eylül 2012 Perşembe

“Salon sizinse çimenler bizim”



Akdeniz Üniversitesi Rektörlüğü, üniversite yerleşkesi içinde Eğitim-Sen Antalya Şubesi ile birlikte “Nasıl Bir Üniversite ve İlköğretimden Yükseköğretime 4+4+4” konulu panel yapmak için salon isteyen, Akdeniz Üniversitesi Öğretim Elemanları Derneği’nden “salon hizmet bedeli” ödemesini istemiş. Bir de üniversite içinde bu yıldan itibaren salon tahsisinde bazı kısıtlamalar getirmiş. Artık ‘siyasi içerikli, genel ahlaka aykırı ve kamu düzenini bozmaya yönelik’ program düzenlenemeyecekmiş. Üniversite rektörlüğü değil, sanki emniyetin “terörle mücadele şubesi.”

Biliyoruz ki, daha önce yapılan benzer etkinliklerden herhangi bir ücret talep edilmiyor veya program kısıtlaması yapılmıyordu. Tabii bu, Öğretim Elemanları Derneği için geçerliydi. Zaten muhalif öğrencilere ne kulüp kurduruluyor, ne de salon tahsis ediliyordu. İsrafil KURTCEPHE rektör seçildiğinden bugüne, muhalif öğrencileri ve öğretim üyelerini baskılarla ve soruşturmalarla yıldırmaya çalışıyor. Onların karşısına her türlü engeli koymaktan çekinmiyor. Şimdi de öğretim elemanlarının karşısına, ücretli salon uygulamasını koyarak başka bir baskı uyguluyor. Kendisi üniversiteyi bir işletme, öğrencileri de bir müşteri gibi görüyor olabilir. Ama durum sadece bununla açıklanamaz. O, kendisine “teveccüh” gösteren ve kendisini rektör atayan siyasi iktidara diyetini ödüyor. Bir rektör gibi değil de, siyasi iktidarın bir memuru gibi görev yapıyor. O yüzden, siyasi iktidarın hedef tahtasında olan Eğitim-Sen’e salon vermemek için elinden geleni yapıyor, her türlü engeli çıkarıyor. Maazallah Eğitim-Sen’li bir konuşmacı çıkarda 4+4+4 eğitim sistemini eleştirir, parasız, bilimsel,  anadilde eğitimi savunabilir, başka biri “ülkede demokrasi yok”, “Suriye ile savaşa hayır!” diyebilir. Böyle zararlı düşünceleri öğrencilere aşılayabilir. Rektörlüğün görevi ne zaten? Kendileri söylemiş “siyasi içerikli ve kamu düzenini bozucu etkinliklere izin vermemek.”

Akdeniz Üniversitesi Rektörü, özgür düşünce ortamının olması gereken üniversitede bu ortamın yaratılmaması için elinden gelen her türlü gayreti gösteriyor. Ona göre üniversite, düşünce değil, nanoteknolojiyle piyasaya mal üretmeli. Ya da düşünce üretecekse, panel yapacaksa kendileri gibi düşünecekler, onların istediği gibi paneller yapacaklar. 

Öğretim Elemanları Derneği, tüm engellemelere rağmen parayı verip, salonu tahsis ederek paneli yapmaya karar vermiş. Bence, paneli yapmakta ısrarcı olmak doğru ama salon için para ödenmemeliydi. Gerekirse, öğrencilerle birlikte kampus içinde, herhangi bir kantinde, boş bir alanda veya çimenlerde oturup bu paneli yine yapabilirlerdi. O panelin katılımcılarının da bu durumdan rahatsız olacaklarını sanmıyorum. Böylece siyasi baskının yanında bu ücret baskısına boyun eğmemiş olurlar, “salonlar sizinse çimenler de bizim” deyip “oturur panelimizi yaparız” diyebilmeliydiler.   

19 Temmuz 2012 Perşembe

TÜM BEL-SEN Ödülü Geri Alacak Mı?



Küresel katil ABD’nin ünlü savaş gemisi Abraham Lincoln, 17 Temmuz günü Antalya limanına demirledi. Bu yüzen savaş makinesi; Körfez savaşı başta olmak üzere, Afganistan ve Irak savaşında da görev yaptı. Milyonlarca masum insanın kanını döken, ABD’nin en önemli savaş makinesi. Ellerinde milyonlarca masumun kanı olan bu gemi ve askerleri kentimizde. Beş gün boyunca burada kalacaklar. Geminin Antalya limanına demirlemesi ulusal medyada da sıkça haber oldu. Tabi ki kanlı eylemleriyle değil, nasıl büyük bir gemi oluşuyla ve Antalya’ya bırakacağı turizm geliriyle.
Bu gelir yerel yöneticilerinde iştahını kabartıyor olacak ki, Abraham Lincoln ve personelinin rahatı için ellerinden geleni yapıyorlar, izzet-i ikramda kusur etmiyorlar. Öyle ki, Antalya Büyükşehir Belediyesi geminin komutanlarını ağırlamakta bir sakınca görmüyor. Konuyla ilgili sendika.org’un* haberi şöyle: “ABD’nin Abraham Lincoln uçak gemisi komutanları, CHP’li Mustafa AKAYDIN’ın yönetimindeki Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından, geldikleri 17 Temmuz günü ağırlandı.” Ulusalcı görüşleriyle bilinen Akaydın CHP kurultayında olduğu için, Başkanvekili CHP’li Belediye Meclis üyesi Recep TOKGÖZ, Abraham Lincoln uçak gemisi komutanı Albay John D. ALEXANDER, ABD Deniz Ataşesi Yarbay Michael P. BUCKLEY ve Antalya Deniz Komutanı Deniz Kıdemli Albay İsmail ŞİRİN’i misafir etti. Büyükşehir Belediye Başkanvekili Recep TOKGÖZ, ABD'li komutanlara "Antalya'ya hoş geldiniz" diyerek karşılarken, "Sizi ve filonuzu Antalya'da ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz. Antalya, Türkiye'nin en önemli şehirlerinden biridir. Bu ziyarette Antalya'yı gezmenizi tavsiye ediyorum." diye konuştu.            
Sadece belediye mi? Adeta tüm kamu otoritesi seferber olmuş durumda. Polis, Amerikalı canilerin tırnağına zarar gelmesin diye seferber edilmiş durumda. Niye? Amerikalı caniler rahat rahat yiyip içsin, sarhoş olsun, sağa sola sarkıntılık etsin diye. Utanılası bir durum.
Başkan Akaydın, Ankara’da olduğu için ağırlama merasimine katılamamış ama merak etmeyin burada olsaydı ağırlamayı bizzat kendisi yapardı. Ne hazin değil mi? CHP kongresinde, Emperyalizm karşıtı pankartlar açıp, sloganlar atarken kendi belediyesi baş emperyalist ABD’nin savaş makinesinin komutanlarını ağırlayıp, onlara şehri gezmesini ve kente döviz bırakmalarını öneriyor.
Ne hazindir ki, daha birkaç ay önce bu belediye başkanını Tüm Bel-Sen “Deniz GEZMİŞ Bağımsızlık Ödülü”ne layık gördü. Şimdi o ödülü verenler acaba hicap duyuyorlar mı? Deniz GEZMİŞ ve arkadaşları, Amerikan 6.Filo’sunu Dolmabahçe’den denize dökmüştü. 6.Filo’yu protesto eylemlerine saldıran polis, öğrenci yurdunu basarak Vedat DEMİRCİOĞLU’nu öldürmüştü.  Şimdiyse Deniz GEZMİŞ adına ödül verilen başkan ve onun yönetiminde ki belediye, başka bir Amerikan savaş makinesini kentte ağırlamaktan gurur duyuyorlar. Şimdi Tüm Bel –Sen’e düşen görev, mümkün mü bilmiyorum ama Akaydın’ a verdiği “Deniz GEZMİŞ Bağımsızlık Ödülü”nü geri almaktır. Geçen yazımda da belirttim; ödül hak edene verilir. Akaydın baştan beri bu ödülü hak etmiyordu, etmediğini de bu olayla kanıtladı. Tüm Bel-Sen bu tarihi sorumluluğu bir an önce yerine getirmeli ve ödülü geri almalıdır.
Birkaç sözde Antalya halkına ve esnafına; “Birkaç kuruş kazanmak uğruna bu katil sürüsüne boyun eğmeyin, onurunuzu çiğnetmeyin.”
* http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=46573

18 Haziran 2012 Pazartesi

Teveccühün Rektörü



Akdeniz Üniversitesi rektörlük seçimi, 14 Haziran günü yapıldı. Rektörlük için 6 aday yarıştı. Halen görevde olan Prof. Dr. İsrafil KURTCEPHE, Prof. Dr. Fulya SARVAN, Prof. Dr. İbrahim DEMİR, Prof. Dr. İbrahim MELİKOĞLU, Prof. Dr. Hüseyin BASIM ve Prof. Dr. Hayrettin ÖKÇESİZ.  992 öğretim üyesinden 882’sinin oy kullandığı seçimleri, en çok oyu alan ve halen görevde olan İsrafil KURTCEPHE kazandı (429 oy). Kurtcephe’nin ardından en çok oyu sırasıyla, İbrahim DEMİR (288 oy) ve Mustafa MELİKOĞLU (77 oy) aldı.

Seçimlerin ardından makamında bir basın açıklaması yapan İsrafil KURTCEPHE, basın mensuplarının sorularını cevaplamış. Bir cevap özellikle dikkatimi çekti. Sanırım gazetecilerden biri Kurtcephe’ye; “Ankara’nın sizi atamasıyla ilgili bir sıkıntı görüyor musunuz?” diye soruyor. Kurtcephe’de yanıtlamış; “ Ankara ile ilgili bir sıkıntı görmüyorum. Cumhurbaşkanı’nın teveccühünün bizden yana olacağına adım gibi eminim.” Rektörlük seçimini açık ara kazanan Kurtcephe’nin verdiği yanıt bu. Tekrar rektör olması için ancak Cumhurbaşkanı’nın teveccühü gerekiyor. Çünkü biliyor ki, en çok oyu alması onun rektör olması için yeterli değil. Önce YÖK üç isim belirleyecek, sonra o isimler Cumhurbaşkanı’na sunulacak, Cumhurbaşkanı da o üç isimden birini seçecek. Yani Kurtcephe’nin kaderi Cumhurbaşkanı’nın elinde, o yüzden de çıkıp “En çok oyu ben aldım, benim atanmam doğru” diyemiyor, diyemezde. Sebebi de daha önce rektör olurken teveccüh sayesinde rektör olması. En çok oyu Mustafa AKAYDIN almasına rağmen, Cumhurbaşkanı teveccüh gösterip Kurtcephe’yi rektör atadı.

AKP iktidarının ilk yıllarında, en çok şikâyetçi olduğu kurumların başında YÖK geliyordu. Ama her kurumda yaptıkları gibi, onu da ele geçirince hiçbir şikâyetleri kalmadı. Her söze başladıklarında, 12 Eylül cuntasından bahsedip; o cuntanın Anayasası ve kurumlarıyla ülkeyi yönetmekten ve o cuntanın seçim barajı avantajıyla seçim kazanmaktan, hiç şikâyetçi değiller.

Anadolu’daki bir vilayet kadar nüfusu olan Akdeniz Üniversitesi’nde oy kullanma hakkı, sadece 992 öğretim üyesine ait. Onun dışında üniversitenin asli bileşeni olan öğrencilerin, üniversite çalışanlarının, asistanların hiçbirinin oy veya söz hakkı yok. Kendilerine 4 yıl boyunca rektörlük yapacak kişiyi, seçme hakları yok. Neden yok? 12 Eylül cuntasının üniversiteleri zapturapt altına almak için kurduğu, YÖK sayesinde. YÖK o kadar antidemokratik ki, en çok oyu alsanız da işiniz teveccühe kalıyor.

İsrafil KURTCEPHE belki yeniden teveccühe mazhar olabilir, ama o teveccühe de çok güvenmese iyi eder. AKP her alanda olduğu gibi, üniversiteleri de tamamen piyasanın inisiyatifine terk etmeye hazırlanıyor. Sağlık sisteminde bu işi tamamladı sayılırlar, 4+4+4 sistemiyle eğitimde de piyasalaşmaya hız verdiler, yakında sıra üniversitelerde. Geçilecek sistemle her üniversitenin başında küçük YÖK’ler olacak, ama o sistemde rektöre yer olmayacak. Tıpkı Kamu Hastaneleri Birliği projesinde ki gibi, nasıl orada başhekim yerine ticaret odası başkanı olacaksa, üniversitelerde de rektör yerine tarım kooperatifi başkanı olabilir. Tabi bunun yanında birde güvencesizlik olacak, artık birçok asistanın, öğretim üyesinin güvencesi olmayacak. Yani bir nevi 4-C statüsünde olacak. Zaten bu sistem de yavaş yavaş uygulanıyor. Doktorasını tamamlayan birçok kişiye kadro verilmiyor. AKP her alanda güvencesizliği yaygınlaştırıyor. Artık bazıları için teveccühte işe yaramayacak.

Bir de teveccühle hiç işi olmayanlar var tabi. Yıllardır YÖK’e, paralı eğitime karşı mücadele edenler. Onlara artık daha fazla iş düşüyor; “AKP’nin üniversiteleri sermayeleştirme saldırısını geri püskürtmek.”

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Deniz Gezmiş Bağımsızlık Ödülü


Deniz Gezmiş’in idam edilişinin 40.yılıydı. On binler bir kere daha 68 ruhuyla Denizleri andı bu yıl. Deniz Gezmiş adına bir çok etkinlik de yapıldı.  Tüm-Bel-Sen Antalya Şubesi de ilk defa düzenlediği “Deniz Gezmiş Bağımsızlık Ödülünü” Antalya Büyük Şehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın’a vermiş. Ödülün verilme gerekçesini de şöyle açıklamışlar: "Yurtseverliğin sembolü olan Nazım Hikmet adına heykelini açtı. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesinin kadın kahramanı Türkan Saylan'ın heykelini yaptı. Antalya'yı ; havası, suyu ve doğasıyla korudu. Belediyenin ihtiyaç duyduğu tüm malzeme girdilerini Boğaçayı Atölyeleri'nde kendi imkanlarıyla üretti. Demokrat, ilerici, aydın kişiliği, ülke ve dünya sorunlarına karşı duyarlılığı nedeniyle Mustafa Akaydın 'Deniz Gezmiş bağımsızlık ödülü'nü hak ediyor."  

 Tüm-Bel-Sen’in böyle bir ödül vermesi anlamlı ama bu ödülü yukarıda sayılan sebeplerden dolayı Mustafa Akaydın’ın hak ettiğini hiç düşünmüyorum. Deniz Gezmiş adına bir ödül verilecekse başka özellikler de aranmalıydı. Ve bu ödül Antalya’da birine verilecektiyse Akaydın’dan daha çok hak eden , ömrünü Devrimci mücadeleye adayan ve bu ödüle fazlasıyla layık insanlar olduğunu düşünüyorum. Tüm-Bel-Sen için Deniz Gezmiş adına bir ödül verirken aranan kriterler  sadece yukarıda sayılanlar mıdır?
  
Biliyoruz ki ülkemizde özellikle de ulusalcılar, Deniz Gezmiş’inihtilalci yanını görmezden gelen onu salt bir romantik devrimci ve  Atatürkçülük üzerinden değerlendirme politikası izliyorlar. Sosyalist cenahta da  maalesef bu politikaya karşı aktif karşı duruş gösterilmediği gözüküyor.  Oysa Deniz Gezmiş’in mücadele pratiği ve  idam sehpasında ki son sözleri onun şaşmaz bir Marksist-Leninist olduğunun açık kanıtıdır. Bütün hayatını inandığı değerlere göre yaşamıştır.

Akaydın ise şaşmaz bir ulusalcıdır. Onun kapitalizmle bir derdi yoktur, onun anti-emperyalistliği de ulusalcılıkla sınırlıdır. Deniz Gezmiş’in idam sehpasında haykırdığı "yaşasın Kürt ve Türk Haklarının kardeşliği" şiarının Akaydın’da olmadığını da hepimiz biliyoruz. Ama tüm bu özelliklere bakılmaksızın ömrünü Devrim ve Sosyalizm mücadelesine adamış Deniz Gezmiş adına verilen ödül Akaydın’a veriliyor. Kimse kusura bakmasın ama bu ödül tamamen faydacı bir yaklaşımla verilmiştir. Hem de KESK’e bağlı Tüm-Bel-Sen sendikası tarafından. Tüm-Bel-Sen’e naçizane önerim ödül verme değerlerini yeniden gözden geçirmeleridir.Deniz Gezmiş “bu ülkenin devrimcilerinin kutsalıdır”. Onun adına verilecek bir ödülde daha hassas davranılmalıdır. Ve son olarak ödül hak edene verilmelidir.