26 Aralık 2014 Cuma

Suriyeliler, Hıristiyanlar… Faşist Saldırılar. Antalya’da Neler Oluyor?


Son günlerde Antalya’da ardı ardına önemli olaylar yaşanıyor.  Antalya Valisi’nin Suriyeli göçmenleri hedef alan açıklaması, Akdeniz Üniversitesi öğrencilerine açılan yüzlerce soruşturma ve ardından ilerici, solcu öğrencilere dönük faşist saldırılar, yılbaşı öncesi İncil dağıtmak isteyen Hıristiyan yurttaşların engellenmesi…

Suriyeliler yine Hedefte

Antalya Valisi Muammer TÜRKER Uygulama Oteli’nde basın mensuplarıyla yaptığı toplantıda, kentte yaşayan Suriyelilere Antalya’yı terk etmeleri için tebligat yaptıklarını ifade etmiş. Antalya’nın öznel durumundan dolayı, kentin Suriyeliler için cazibe merkezi olmasını istemiyorlarmış.  İnsanın aklına gelmiyor değil, “Nedir bu Antalya’nın öznel durumu”. Herhalde turizm. Malum 2000’li yıllarla birlikte, Antalya Türkiye’nin turizm başkenti oldu. Her yıl kentimize milyonlarca turist geliyor ve bundan turizm geliri elde ediliyor. Haliyle Antalya “marka” bir şehir konumunda. Oysa bu makyajı kazıdığınızda, bambaşka şeylerle karşılaşıyorsunuz. Milyonlarca turist, binlerce otelde konaklayıp, turizme gelir katıyor ama bu otellerin çoğunun geliri İstanbul’a gidiyor, çünkü şirketlerin çoğunun merkezi İstanbul. Ayrıca her şey dâhil sisteminden dolayı, otelden çıkmayan turistlerin çoğu, Antalya’yı görmüyor bile. Yine turizmde çalışan yüz binlerce emekçi, mevsimlik işçi konumunda. Çalışma koşulları kölelik düzenini aratmıyor, yine çoğu güvencesiz ve sendikası yok. Herhalde valinin bahsettiği, Antalya’nın özel durumu bu.  Başka bir özel durumu varsa, sayın vali daha net anlatsın, biz de bilelim.

Suriyeliler Ucuz İş Gücü

Suriyelilere kenti terk etmeleri için tebligat gönderdiklerini ifade eden Vali Muammer TÜRKER, aynı Suriyelilerin ucuz iş gücü potansiyeli barındırdığı için üreticilerden istek geldiğini ifade ediyor. Yukarda turizm emekçileri için bahsettiğim çalışma koşulları, Suriyeli göçmenler içinde geçerli. Başta İstanbul ve Mersin gibi büyük iller olmak üzere, birçok yerde yaşayan Suriyeliler, ucuz iş gücü olarak kullanılıyor. Neredeyse hiç birinin sosyal güvencesi yok ve çok düşük ücretlerle çalıştırılıyor, güvenli beslenme ve barınma koşullarından yoksunlar. Üretici bundan memnun olurken, Suriyeliler yüzünden işini kaybettiğini düşünenler ise, hedeflerine Suriyelileri alıyor.  Irkçı hezeyanlarla Suriyelilere saldırılıyor. Antalya Valisi’nin açıklamasının mürekkebi kurumadan, Manavgat’ta tarımda çalışan ve işten dönen Suriyelilere saldırı gerçekleşti. Yol verme tartışmasıyla başlayan olay, ırkçı bir linçe dönüştü.

Artık hangi kent olursa olsun fark etmiyor, her olumsuzluk Suriyelilerden biliniyor.  Oysa o insanlar, bir savaştan kaçıp ülkemize sığındılar. Suriye’de yaşanan iç çatışmayı kimin körüklediğini, “Esad gitsin de ne olursa olsun” hezeyanı içinde olanların kimler olduğunu, hepimiz biliyoruz. Birleşmiş Milletlerin müdahalesine zemin hazırlamak için, kontrolsüz bir şekilde mülteci akınına kapılarını açan, “şu kadar sığınmacı gelirse, BM müdahale etmek zorundadır” deyip savaş çığırtkanlığı yapan, bizatihi AKP ve onun değişmez başkanı olma yolunda hızla ilerleyen, Recep Tayyip ERDOĞAN’dır.

Türkiye halkı için asıl tehlike olan, iç savaştan kaçıp gelen Suriye halkı değil, ülkemizde özellikle sınır illere yerleştirilen, dünyanın birçok yerinden getirilen, cihatçı teröristlerdir. Bunların çoğu bugün IŞİD ve El Nusra gibi cihatçı terörist örgütlerin safında savaşmakta, sınırlarımızdan kolayca ellerini kollarını sallayıp geçmektedirler. İlerde kontrolden çıkma potansiyelleri yüksek olan bu teröristlerin, Suriye’den sonra hedeflerine Türkiye’yi almaları uzak bir ihtimal değil. Bu teröristlerin Türkiye’nin herhangi bir ilinde ya da kentimizde gerçekleştireceği bir saldırıda, ne özel durumunuz kalır, ne de hassas durumunuz.


Akdeniz Üniversitesi’nde Soruşturma ve Faşist Terör

Akdeniz Üniversitesi son günlerde gündemden düşmüyor.  Yüzlerce öğrenci hakkında açılan soruşturmalarla birçok öğrenci okuldan atılma tehlikesiyle karşı karşıya. Yolsuzlukları ayyuka çıkan rektör, özel güvenlik ve polis işbirliğiyle öğrencileri soruşturmalarla yıldırmaya çalışıyor. Bu soruşturma terörünün yanında, son iki gündür Türkiye’deki birçok üniversiteyle eş zamanlı ilerici ve solcu öğrencilere dönük, faşist saldırılardan Akdeniz Üniversitesi de nasibini aldı.  Yolsuzlukları ve soruşturmaları protesto eden ilerici ve solcu öğrencilere faşistler, taş, sopa ve bıçaklarla saldırıyor. Tüm Türkiye’de ve Akdeniz Üniversitesi’ndeki bu saldırılar, sıradan değil. Ak Gençliği aktif duruma geçmeye çağıran Başbakan’ın bu çağrısına, Ak gençlikten önce, ülkücüler atılmış durumda. Mecliste, MHP’li vekillerin AKP her sıkıştığında, onun koltuk değneği olma görevini, sokakta da ülkücü faşistler üstleniyor. Dışarıdan getirdikleri saldırganlarla beraber, öğrencilere saldırıyorlar. Akdeniz Üniversitesi Rektörlüğü de bu saldırılara seyirci kalıyor. Yolsuzlukları protesto eden öğrencilere soruşturma üstüne soruşturma açarken, üniversite içinde bıçakla, satırla, sopayla gezenleri seyretmekle yetiniyor. Rektör bu saldırılar sayesinde, yolsuzluklarının gündemden düşeceğini düşünüyorsa yanılıyor.

İncil Dağıtımına Engelleme

Antalya İncil Kilisesi ve Antalya İncil Kiliseleri Derneği, her yıl olduğu gibi bu yılda Noel etkinlikleri kapsamında, Kaleiçi Üçkapılar bölgesinde bir dizi etkinlik düzenleyip, Türkçe İncil dağıtımı yapmışlar. İncil dağıtımı izin alınmadığı gerekçesiyle valilik kararıyla polis tarafından engellenmiş. Dernek yöneticileri her yıl yaptıkları etkinliğin izinli olduğunu belirtirken, Valilik çok sayıda şikâyet aldıklarını açıklamış. Hıristiyanların Noel kutlamalarına dönük saldırılar ve karalamalar da Antalya, tekil bir örnek değil. Türkiye’nin birçok yerinde yılbaşı kutlamaları üzerinden, Noel ve Hıristiyanlar hedef gösteriliyor.

Son günlerde Avrupa’da artan İslam karşıtı gösteriler, eleştiri konusu oluyor. Bu gösteriler Türkiye tarafından da tepkiyle karşılanırken, benzer uygulamalar ülkemizde de misliyle yaşanıyor. Suriyelilere karşı ırkçı saldırılar, Hıristiyan yurttaşlara tahammülsüzlük, ne ararsanız var. Faşizm öyle illetli bir hastalıktır, tüm bünyeyi sarar. Almanya’da Türk’e, Müslüman’a; Türkiye’de Kürt’e, Suriyeliye, Hıristiyan’a düşman olur.

İşte, asıl Antalya’ya zarar veren yukarda saydığımız olaylar. Antalya’yı tüm güzellikleriyle bir arada yaşanabilen bir şehir olmasını sağlamak, bizim elimizde. Ülkemizin ve kentimizin gerici ve ırkçı bir karanlığa gömülmesine müsaade etmeyeceğiz.

20 Aralık 2014 Cumartesi

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ’NDE SORUŞTURMA TERÖRÜ


Akdeniz Üniversitesi’nde çeşitli eylemlere katıldıkları gerekçesiyle 250 öğrenciye 600 disiplin soruşturulması açılmış. Yanlış duymadınız evet, 600 soruşturma. Bir kısmı, herhangi bir eyleme falanda katılmamış. Kimisi bahsedilen eylemlerin yapıldığı gün, Antalya’da bile değil. Ama olsun, “belki ileride bir eyleme katılırlar” ihtimaliyle soruşturma açmışlar. Bazı öğrencilere de bir değil, beş değil, on değil, tam on beş soruşturma birden açılmış. Suçlar hep aynı, üniversite içinde de demokratik bir hak olan, yürüyüş ve basın açıklaması yapmak, bunlara katılmak. Yani öğrencilerin katıldığı her eyleme soruşturma açılmış.

Üniversite öğrencileri de bu toplumun bir parçası. Ülkede yaşanan sorunlara karşı, duyarlı olmaları kadar doğal bir şey yok. Akdeniz Üniversitesi öğrencileri de hem akademik sorunlara(üniversite harçları, barınma, yemekhane vb.)  hem de ülkede olup bitenlere seyirci kalmak yerine, seslerini yükselterek, taleplerini dile getirdikleri için şimdi disiplin soruşturmalarıyla karşı karşıya.

Oysa soruşturulması gereken, yolsuzluk iddialarından başını kaldıramayan Rektör ve adı yolsuzluk iddialarına karışan idari ve akademik personel olmalıydı. Akdeniz Üniversitesi Rektörü İsrafil KURTCEPHE rektör seçildiği günden bu yana, yolsuzluk iddialarının ardı arkası kesilmiyor.  Yolsuzlukların ilk ayyuka çıkması, ünlü hacker grubu Red Hack sayesinde olmuştu. Red Hack YÖK’ü hacklemiş ve üniversiteler hakkındaki birçok yolsuzluk belgesini yayınlamıştı. Bu üniversiteler arasında Akdeniz Üniversitesi ve onun rektörü İsrafil KURTCEPHE’de yer alıyordu*. 

İddialar arasında, inşaat ihalelerinde usulsüzlük, seçim öncesi dağıtılan dizüstü bilgisayarlar, üniversite içinde yapılan inşaatların ihalelerinin yandaş firmalara verilmesi gibi liste uzayıp gidiyordu.  Kurtcephe hakkındaki bu iddialar hakkında herhangi bir işlem yapılmadı, kendiside bu suçlamalar karşısında elbette istifa etmeyi aklına bile getirmedi. Ama rektör ve üniversite hakkında yolsuzluk iddiaları bitmek bilmedi. Torpille eleman alınması, alınanların bir kısmının Kurtcephe’nin yakını olması, Tıp Fakültesi Dekanının baskı yapılarak istifa ettirilmesi, üniversitedeki bazı birimlerin müdürlerinin hak etmedikleri yüksek maaşlar alıyor olması bu yılın yeni iddiaları. Rektör Kurtcephe’den bu iddialar hakkında da bir açıklama ve yalanlama yapılmış değil. Tabii istifa gibi bir mekanizmayı zaten hiç aklına getirmiyor.

İşte üniversite öğrencileri ülkede olduğu gibi, üniversitelerinde yaşanan bu yolsuzluk iddialarına da seyirci kalmadılar. Rektörden hesap sordular, rektörün istifa etmesini istediler. Hakkındaki iddialar karşısında üç maymunu oynayan rektör, sıra demokratik haklarını kullanan öğrencilere gelince, şahin kesildi. Başta yolsuzlukların hesabını soran, haksızlıklara karşı seslerini yükselten öğrencilere karşı soruşturma terörü başlattı. Şimdi 250 öğrenci ciddi soruşturmalarla karşı karşıya. Uyarı ve kınamadan başlayıp, okuldan uzaklaştırma ve atılmaya uzanacak bir süreç yaşanabilir.

Şimdi Antalyalılara düşen, üniversite öğrencilerine sahip çıkmak. Malum, 17-25 Aralık yolsuzlukla mücadele haftasındayız. Geçen yıl ülkemiz asrın en büyük yolsuzluk olayıyla sarsılmıştı. Şimdi bir hafta boyunca, bu yolsuzlukların unutturulmaması ve halkın çalınan her kuruşunun hesabını sormak için, alanlarda sesimizi yükseltiyoruz. Bu mücadelenin yanında, kentimizde yaşanan bu yolsuzluklara da seyirci kalmamalıyız. Bu yolsuzlukların açığa çıkmasını istedikleri, üniversitede bilime, öğrencilerin ihtiyaçlarına harcanması gereken paraların nereye harcandığının hesabını sorduğu için, disiplin soruşturmalarının hedefi olan öğrencilere de sahip çıkmalıyız.

Akdeniz Üniversitesi öğrencileri, yolsuzluk iddialarının peşini bırakmıyor. Haklarındaki yüzlerce soruşturmaya rağmen, yine rektörün ensesindeler. Bizlerde tıpkı Akdeniz Üniversitesi öğrencileri gibi, bu yolsuzluk iddialarının peşini bırakmamalıyız, bu mücadelede öğrencilerle yan yana olmalıyız.

Buradan Akdeniz Üniversitesi rektörüne, bir kere daha çağrıda bulunuyorum. Hakkındaki yolsuzluk iddialarından dolayı görevinden istifa etmelidir, ama daha önce öğrenciler hakkında açılan idari soruşturmaları durdurmalıdır.

*http://antalyasolu.org/54-sabri-kirdar/universite-degil-arpalikmis

14 Aralık 2014 Pazar

EZİLEN ÇİMENLER DEĞİL, DİRENEN KARINCALAR OLACAĞIZ…


Twitter fenomeni @fuatavni’nin “deşifre ediyorum” dediği paralel operasyonu, 14 Aralık Pazar günü gerçekleşti.  Dün kol kola yürüyen, birçok operasyonu birlikte yürüten AKP ve cemaat bu gün iki düşman olmuş durumda. 17 Aralık yolsuzluk operasyonuyla başlayan bu düşmanlaşma süreci, bu gün itibariyle yeni bir boyut kazandı. Cemaatin gazetesi Zaman’ın genel yayın yönetmeni ve televizyonu Samanyolu’nun yöneticisi de gözaltına alındı.

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem DUMANLI, gözaltına alınmadan önce yaptığı basın toplantısında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’a seslenerek, şöyle diyordu; “ 10 yıl boyunca sizlerle dünyanın dört bir tarafına gittim, yan yana olduk, röportajlar yaptık. Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini öyle mi ele geçirmeye çalıştım?"

Açıklama tanıdık gelmiştir. Cemaatle AKP’nin arası ilk olarak dershanelerin kapatılması meselesiyle açılmıştı, işte o günlerde dönemin Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN çok konuşulacak bir açıklama yaparak, cemaati kastederek şöyle demişti; “ne istediniz de vermedik”. Ama bu açıklamanın devamını getirmedi, cemaat ne istemişti de Recep Tayyip ERDOĞAN her istediklerini yapmıştı. Bunları öğrenemedik tabi.

Ekrem DUMANLI ve Recep Tayyip ERDOĞAN’ın bu açıklamalarını yan yana koyunca, suç ortaklığı aleni şekilde ortaya çıkıyor. Cemaat ve AKP on iki yıl boyunca kol kola yürüdü ve her şeyi birlikte yaptılar. Cemaatin AKP hakkında söyledikleri, AKP’nin de cemaat hakkında söylediği her şey doğru. AKP, on iki yıl boyunca, cemaatin devletin içinde özelliklede yargı ve emniyet içinde örgütlenmesine müsaade etti. Yargı ve emniyette örgütlenen cemaat eliyle Ergenekon, Balyoz ve KCK operasyonları ve davaları yürütüldü. Bu günlerde Hrant Dink cinayetini bütünüyle cemaate yıkmaya çalışan AKP iktidarı, o günlerde cinayette ihmali ve sorumluluğu olan içinde cemaatçilerinde olduğu tüm kamu görevlilerine kol kanat germişti.  Cemaat de tüm bu yıllar boyunca AKP’nin iktidarlaşması uğruna, elindeki basın gücünü de kullanarak, algı operasyonlarını yürütmüştü. AKP’ye dönük her türlü muhalefeti, darbecilikle yaftalamayı marifet haline getirmişti. TEKEL Direnişinden Gezi Direnişine kadar her hareket, marjinallikle, kökü dışarıda olmakla yaftalanıyordu.

Gün geldi devran döndü, ortaklık bozuldu. AKP artık tek güç olmak için düğmeye basınca, cemaatte kolay lokma olmadığını, yıllardır bir örümcek ağı gibi sardığı devlet kurumlarını ve gücünü kolay kaybetmeyeceğini ispatlarcasına, dişini gösterdi. Süreç dershane kriziyle başlayıp 17 ve 25 Aralık yolsuzluk operasyonuna kadar uzandı. Şimdilik AKP kazandığı seçimlerinde gücüyle hamle üstünlüğünü ele geçirmiş durumda.  Poliste ve yargıda yaptığı hamlelerle cemaati sıkıştırmaya devam ediyor, cemaatte kolay teslim olma niyetinde değil.

Savaş tüm hızıyla devam ediyor, bu savaştan her iki tarafın iddia ettiği gibi, bir demokratikleşme çıkmayacak. Çünkü iki tarafta bir demokrasi savaşı vermiyor, saray kavgası yürütüyor. Recep Tayyip ERDOĞAN KaçAK sarayında tüm yetkileri elinde toplayacağı bir diktatörlüğe dönüştürmeye uğraşırken, cemaat de devletin içinde örgütlediği gücünü kaybetmemenin gayretinde. Bu saray kavgasının kazananı halk olmayacak.

Tepede filler tepişmeye devam ediyor ama biz altta ezilen çimenler olmayacağız. Tam tersine fillere direnen karıncalar olacağız. Yaşar Kemal’in “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca” romanında olduğu gibi. “Filler Sultanı gücüne güvenerek, karıncalara savaş açar. Haklı ya da haksız olmak, onun için önemli değildir. Gücünü, kendinden milyonlarca kez küçük karıncalar üzerinde, denemektir niyeti. Ancak karıncalar birleşir ve haksızlığa boyun eğmeden fillerin sultanlığını devirirler.”

Şimdi biz de küçük karıncalar gibi birleşerek ve Haziran isyanından aldığımız güçle kurulmak istenen diktatörlük düzenine karşı, gerçek bir halk muhalefetini yaratacağız. Tapelerle, gizli dinlemelerle değil, halkın coşkun akan seliyle bu zalim düzeni alaşağı ederek, halkın iktidarını yaratacağız.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Ahmet Hakan’ın Menderes Türel’e Sormadıkları…


Turizmin başkenti olarak adlandırılan Antalya, son günlerde, ülke gündemimizde ilk sırada yer alıyor. Son şiddetli yağmur ve Milli Eğitim Şurasıyla gündemde olsa da kentin daha ciddi sorunları da var. İşte böyle bir ortamda Hürriyet Yazarı Ahmet Hakan COŞKUN Antalya Büyükşehir Belediyesi Başkanı Menderes TÜREL ile çarşamba söyleşisi yapacağını açıklayınca, herkeste bir merak uyandı. Malum son günlerde kentin gündemi hayli yoğundu. Türel’in kentte olup bitenler hakkında, söyleyecekleri merak ediliyordu. Bu merakımı gidermek için gazeteyi* açıp, söyleşiyi okuduğumda bayağı bir şaşırdığımı itiraf etmeliyim, birçok kişinin de aynı şaşkınlığı yaşadığını düşünüyorum. Çünkü kentin ana sorunlarına dair bir şeye rastlamadık. Sanırım Ahmet Hakan COŞKUN işin magazinsel boyutuyla daha çok ilgili. Oysa insanların cevabını merak ettiği birçok soru var.

Malum Menderes TÜREL, ikinci kez belediye başkanı seçildi. Seçilir seçilmezde ilk icraatı, binlerce taşeron işçinin işine son vermek oldu. İkinci olarak Tüm Bel – Sen sendikasına üye yüzlerce memuru, sürgüne göndermesi olmuştu. Bu işçi kıyımıyla ilgili bir soruyu göremedik. Hadi onu geçtik, Mustafa AKAYDIN zamanında üniversite öğrencilerinin barınma sorununa bir nebze çözüm olsun diye açılan öğrenci yurdu, bir oldubittiyle, Kılıçdaroğlu’nun rüşvetin merkezi dediği, TÜRGEV’e verilmişti. Ama buna dairde bir şey göremedik.  Antalya Sanatçılar Derneği(ANSAN) 1992 yılından beri kullandığı Kaleiçi’ndeki yerinden, hukuksuz bir şekilde polis zoruyla çıkarıldı.  ANSAN’ın tahliyesi sırasında halka polis ve zabıta saldırmış, hatta zabıtalar CHP’li belediye meclis üyelerini yumruklamışlardı. Yine Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği mevcut yerinden Büyükşehir Belediyesi tarafından çıkarılmak isteniyor. ANSAN tarzı bir süreçle karşı karşıyalar. Ama bunlarda söyleşide sorulmamış. Menderes TÜREL’in, ANSAN tahliyesinde de gördüğümüz, zabıta ordusuna neden ihtiyaç duyduğunu da öğrenemedik. Antalya’da suya yapılan %9’luk zam da haliyle söyleşide yok.

Antalya malum turizmin başkenti, yüz binlerce insan turizmden geçimini sağlıyor. Son Milli Eğitim Şurası’nda alınan turizm meslek liselerinde alkol servisi dersinin kaldırılmasına yönelik kararla ilgili kenti yöneten Menderes TÜREL, ne diyor onu da haliyle öğrenemedik.

Kısaca kente dair sorunlar ve sıkıntılar hakkında Antalya Büyükşehir Belediyesi Başkanı Menderes TÜREL’in ne düşündüğünü, kendisi hakkındaki eleştirilere ne cevap vereceğini öğrenemedik.

Gelelim söyleşideki gündemlere. Ahmet Hakan COŞKUN, Menderes TÜREL’e geride bıraktığımız Altın Portakal Film Festivali’nde yaşanan sansür iddialarını soruyor. Menderes TÜREL, olayı AKP’lilerin tipik komplo teorileriyle açıklıyor.  Bu işin “stratejik bir eylem planı” olarak tasarlandığını iddia ediyor. Bu kanıya nerden mi varmış? Onu da yine söyleşiden öğreniyoruz.  Kendisine festivalle ilgili İstanbul’da yaptığı basın toplantısında sorulan “Gezi ile ilgili bir film gelirse ne yapacaksınız?” sorusundan, “stratejik bir eylem planı” olduğunu anlamış.  Oysa tüm Antalya biliyor ki Menderes TÜREL bu festivali, bir bütün olarak yüzüne gözüne bulaştırdı. Yıllardır festivali organize eden AKSAV’ı devre dışı bırakarak, kendi kurduğu ekiple yapmak istediği festival, sansürün gölgesinde ve başka bir sürü aksaklıkla zar zor yapıldı. “İçinde küfür var, hukuki olarak gösterilmesi sakıncalı” denilen film birçok başka festivalde gösterildi. Tüm Antalyalılar biliyor ki Gezi belgeseli sansürlenmek istendi, gösterimi engellenmeye çalışıldı.

Menderes TÜREL bir başka konuda da doğruları söylemiyor. Kadınlar Plajında bazı CHP’lilerin, üstsüz olarak güneşlenme eylemi yapmaya çalıştıklarını söylüyor. Bir sonuç alamadıkları için de vazgeçtiklerini iddia ediyor. Bu mesele yerel basına** da yansıdığı için, herkes işin aslını biliyor. Çıplak olarak güneşlenmek isteyen CHP’liler değil, yabancı turistlerdi. Onlarda birkaç türbanlının tepkisiyle karşılaşmışlardı. İsteyen yerel basın arşivini açıp bakabilir.

Menderes TÜREL’in yaptıkları ve söyledikleri arasındaki başka bir tutarsızlık da kutuplaştırma meselesiyle ilgili. TÜREL “kutuplaştırma siyaseti AKP’ye yarayabilir ama bu, benim benimsediğim anlamına gelmez” gibi iddialı bir laf ediyor. Ama Antalya’da yaşananlar tam tersini gösteriyor. Menderes TÜREL ikinci defa başkan seçildiğinden beri, Antalya’da gerilimi ve ayrışmayı şiddetlendiren bir tutum içerisinde. Kendi yakın çevresi dâhil birçok kişi, artık farklı bir TÜREL’le karşı karşıya olduklarını ifade ediyor.  Büyük bir intikam hissiyle davrandığını belirtiyor. AKP’nin izlediği kutuplaştırma siyasetini, birebir Antalya’da uyguluyor. Özellikle ANSAN ve ÇYDD meselesindeki tutumu, bunun en net örnekleri. AKP’nin İstanbul ilçe belediyelerinde görev yapmış birçok kişiyi danışman yapması ve belediyede önemli noktalara ataması, önümüzdeki dönemde Antalya’da nasıl bir siyaset izleneceğinin göstergesi. Menderes TÜREL, Antalya’nın Tayyip ERDOĞAN’ı olmak niyetinde. Uzlaşmasız, saldırgan, dediğim dedik çaldığım düdük anlayışıyla davranmaya devam ediyor.

Menderes TÜREL’in bir de Antalyalılara müjdesi var! On bin kişilik bir cami yaptıracakmış. Antalya’nın bitmek bilmeyen bir gündemi de bu camii yaptırma meselesi. Beş bin kişilik bir camiinin, Akdeniz Üniversitesi yerleşkesinde, yapımı devam ediyor. Bu on bin kişilik camii nereye yapılacak belli değil. Hangi ihtiyaçtan doğduğu da söylenmiyor. Hatırlayanlar olacaktır; benzer bir tartışma Kaleiçi’nde yer alan tarihi Kesik Minare’nin yeniden ibadete açılması meselesinde yaşanmıştı. Ayasofya, camii olsun diyenlere Recep Tayyip ERDOĞAN “önce vakit namazlarında camileri doldurun, sonra bakarız” demişti. Aynısı Antalya için geçerli, namaz vakitlerinde çıkın, şöyle bir camilerin önünden geçin, içinde cemaat olmadığını rahatlıkla görürsünüz. Peki, bu camii ihtiyacı nereden çıktı? Menderes TÜREL’in izlediği siyasetin bir ürünü. O da Recep Tayyip ERDOĞAN’la uyumlu siyasi bir hat izlemek istiyor. Tıpkı onun gibi kutuplaştırıp, ayrıştırıyor, din üzerinden siyaset üretiyor. Kadınlar plajı, ilerici kurumların, derneklerin mekânlarından uzaklaştırılması, her türlü alanın yandaşlara devredilmesi bu siyasetin bir uzantısı. Anlayacağınız Recep Tayyip ERDOĞAN’ın yeni Türkiye’sine paralel, Menderes TÜREL’de yeni bir Antalya yaratma çabasında.

Ne Antalya ne de Türkiye, bu gerici, piyasacı kuşatmaya teslim olmayacak.

*http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ahmet-hakan_131/altin-portakal-i-sabote-etmeye-kalkistilar_27742359

**http://www.antalyaajans.net/turizm-haberleri/kadinlar-plajinda-hasemali-ustsuz-kavgasi-h5679.html  

20 Kasım 2014 Perşembe

Kara Lastiklilerin Öfkesi Büyüyor


Bizim oralarda Trabzon lastiği denilen lastik ayakkabılar vardı, biz çocukken. Halen var mı bilmiyorum? Tarlaya çay toplamaya giderken ya da okulun bahçesinde top oynarken giyerdik. O kara lastikle topa gelişine vurdun mu, bir ok gibi ayaktan çıkardı top.  Hiç ayağımızdan çıkarmazdık. Mağazadan alınmış yeni bir ayakkabı, o kara lastiğin yanında hiçbir şeydi.  

Çocukluğumuzun o efsane kara lastiğini yeniden hatırlayıverdik birden. Ama sevinçle değil, bu sefer boğazımıza oturan bir hıçkırıkla. Ermenek’te yaşanan maden faciasında göçük altında kalan madencinin babasının ayağında göründü, tekrar bize. Yırtık kara lastikleriyle umutla geri dönmesini beklediği evladını, bir daha hiç dönmeyeceği bir yolculuğa uğurlarken.  Günlerce, bir umutla oğlunun o enkazdan sağ çıkmasını beklemişti. Annesi “oğlum yüzme de bilmez, ne yaptı ki acaba?” dediğinde üzüntü ve öfke karışımı duygu, o kara lastikle bir kere daha oturdu yüreğimize.  

“Yeni Türkiye” dedikleri, böyle bir ülke fotoğrafı işte… Bir tarafta iktidar eliyle beslenip semiren, paraları ayakkabı kutularına istifleyen, sömürücü bir azınlık; diğer tarafta onların kar hırsına kurban giden, üç kuruşa madenlerde, asansörlerde, naylon çadırlarda, balık istifi dolduruldukları arabalarda yitip giden, yoksul emekçiler.  Adeta, işçiler için cehenneme dönmüş yeni bir Türkiye. Bu ölümleri fıtrat gören, zengin sevici bir iktidar...  

Öyle bir iktidar ki ölen madencinin babasına kışta kıyamette giyeceği bir ayakkabı almak yerine, yeni bir kara lastik alıyor. Her zaman yaptıkları bir şey yapıyormuş gibi görünüyorlar. Madende taşeron işçiler çalıştırılıp, öldürülüyor mu? Taşerona karşı yasa hazırlıyor görünüp, taşeronu kalıcılaştırdıkları gibi mesela. Gezi parkına AVM yapmaktan vazgeçmiş görünüp, üç yıllık plana yeniden eklemek gibi.

Her iş kazasından sonra, sanki kendilerinin bir sorumluluğu yokmuş gibi, işi patronlara havale ediyorlar.  Ama hiçbir şey yapmıyorlar, ardından gelsin yeni iş kazaları. Sekiz madencinin daha yeni toprağa verildiği günün ertesinde, Antalya organize sanayi bölgesinde bir çamaşır yıkama tesisinde, kazan patlaması sonucu üç işçi daha “cinayete” kurban gidiyor. Yine denetimsizlik, yine ihmal…

AKP, asla işçinin emekçinin lehine bir adım atmayacaktır. Çünkü fıtratında böyle bir şey yok. 12 yıllık iktidarı boyunca, bunu defalarca gösterdiler. AKP 12 yıl boyunca piyasacı bir talan ekonomisi, özelleştirmeci bir yağma düzeni yarattı. Bu yağma düzenini korumak için de şimdi bir “güvenlik devleti” yaratmaya çalışıyor, iş güvenliğine, emekçilere “bulunamayan kaynaklar!”, halka ve emekçilere saldırmak için, bir buçuk milyon gaz fişeği alımına harcanıyor. Binlerce yaşam odası yapabilecek kaynaklar, kaç Ak Saraylara harcanıyor.

Ama onbin odalı saray da yapsalar, kara lastiklilerin öfkesi birikiyor. AKP’nin en büyük korkusu, o ayakların bir gün baş olması. Ama korkunun ecele faydası yok, emekçilerin kanı üzerinde yükselen bu saltanatınız, yine emekçilerin birleşik mücadelesiyle yıkılacak.  

 

7 Kasım 2014 Cuma

ZEYTİN AĞACI VE KADER


Yıllar önce köyümüzdeki evin önündeki alanı genişletmek için, babam bir iş makinesi getirtmişti. Makine işe girişmiş alanı düzlerken, evin yanındaki dut ağacının sökülmesine ve alanın biraz daha genişletilmesine karar verildi. İş makinesi tam ağacı biraz yan yatırdı ki babaannem bir ok gibi atıldı ve ağacın sökülmesine engel oldu. Ne yaptılarsa da babaannemi ikna edemediler. Oturduğum çeperin üzerinde, çocuk aklımla olan bitene bir anlam verememiştim. Artvin’in bir köyündeyiz, her taraf ağaç, bahçemizde birkaç dut ağacı daha var zaten, ne olacak ki demiştim. Sonra anlayacaktım bir ağacın ne demek olduğunu. Hayatın, yaşamın ta kendisiydi. Gün gelecek, üç beş ağacın neler yapacağına da tanık olacaktım milyonlarla beraber. Bütün bir ülkenin üzerine çöken karabasanın, üç beş ağaçla nasıl bir umut ışığına dönüştüğüne tanık olacaktık.

Dün Soma’nın Yırcalı Köyü’nde yaşanan zeytin ağacı katliamını ve ağaçlarını savunan köylüleri görünce, babaannemi bir kere daha hatırladım. Aynı kararlılığı köylü kadınların yüzünde gördüm. Birkaç ay önce yaşanan maden faciasıyla adeta insan katliamının yaşandığı Soma’da, şimdide ağaç katliamı yaşanmıştı. Termik santral yapmak uğruna, 6000 zeytin ağacı köylülerin tüm çabasına rağmen iş makineleriyle söküldü. İktidarın sermaye severliğinden aldığı güçle Kolin denen şirket, bir ağaç katliamına imza attı. Madende çalışmayanların tek geçim kaynağı olan zeytinlikler yok edildi. Köylüler bir anda taşeron işçileştirildiler. Artık madenlere inmekten başka çareleri kalmadı.

Seksen yılda yetiştirilen zeytin ağaçları, bir gecede yok edildi. Zeytin ağaçları insanların asırlık dostlarıdır. O zeytin ağacı sayesinde Tanrıça Athena, Atina kentinin tanrıçası olma hakkını kazanabilmiştir.  Atina kenti için, denizlerin tanrısı Poseidon ile yarışmaya tutuşur Athena, Olympos’un diğer tanrıları hakem tutulur. Poseidon Atina kentinin üstünde tuzlu bir göl meydana getirir, tanrıça Athena ise bir zeytin ağacı. Tanrılar zeytin ağacını daha yararlı bulurlar, bölgenin ve kentin yönetimini Athena’ya verirler. Bugün bile mitosun geçtiği yerde, bir zeytin ağacı durur. O günden bugüne Anadolu halkı içinde vazgeçilmezdir zeytin. Daha nice efsanenin de konusudur zeytin. Kimi zaman olimpiyatları kazanan sporcuların başındaki taçtır, kimi zaman barışın sembolüdür.

İşte insanlık için bu kadar kıymetli olan zeytin ağaçları, insanlığın zararına çalışacak bir termik santral uğruna yok ediliyor. AKP’nin bitmek bilmeyen kar hırsı, son olarak zeytinlik alanlarına gözünü dikmiş durumda. Torba yasada yapılan değişiklik zeytinliklerin idam fermanı oldu. Yırcalı Köyü’de bunun ilk kurbanı. Görünen o ki sonda olmayacak.

Yırcalı Köyü’nde ağaçların söküldüğü akşamın gündüzünde, Kader ORTAKAYA’da asker kurşunuyla bu yaşamdan sökülüp alındı. Özgür sanat girişiminin Kobane için yaptığı eyleme askerlerin ateş açması sonucu, sınırın öte tarafına Kobane’ye geçmeye çalışan Kader ORTAKAYA başından vurularak, hayatını kaybetti. “Kobane’de ne işimiz var, gidin Kobane’de savaşın” diyenlere bir cevaptı Kader. IŞİD’in barbarlığına karşı insanlığı savunmak için gittiği yolda, yaşamını kaybetti. Bir insan, bir devrimci olmanın sorumluluğuyla Kobane’ye gitmekte tereddüt etmedi.

Tıpkı Likyalı Sarpedon gibi. Likya kralı Sarpedon hiçbir çıkar gütmeden, sırf Anadolu topraklarını saldırıya karşı korumak için gelmiştir, Likya’dan Troya önlerine. Yunanlılar yüzlerce gemi, binlerce askerle Troya’yı kuşatmaya gelmiştir. Çanakkale boğazını aşıp, Anadolu’yu istila etmek istemektedirler. Sarpedon Troya düşerse, tüm Anadolu’nun düşeceğini bilmektedir. O yüzden hiç gözünü kırpmadan Troyalıların yardımına koşar, tıpkı Anadolu’daki diğer halklar gibi, Amazonlar gibi. Savaş boyunca Troyalıların bile yıldığı olur ama ışık ülkesinin yiğidi hiç gevşemez. Tam bir bilinç ve yurtseverlikle savaşır.  Gün gelir bu uğurda yaşamını yitirir.

“Kobane’den bize ne diyenlere” asırlar öncesinden bir cevaptır Sarpedon’un yiğitliği. Şimdi Likyalı Sarpedon’un ışığı, Kader’in direncinde yayılıyor insanlığa.

Anadolu halkı bir kere daha coğrafyasını savunmak, insanlığı savunmak için her alanda direniyor. Soma’da doğasını, coğrafyasını, Kobane’de insanlığı savunmaya devam ediyor ve devam edecek. Dün son yolculuğuna uğurladığımız Devrimci Yol’umuzun önderlerinden Nasuh MİTAP’ın savunmasında ifade ettiği gibi “bütün insanlara sömürüsüz, baskısız, özgürlük, bolluk ve mutluluk dolu bir gelecek için.”

20 Ekim 2014 Pazartesi

“EMİR, DEMİRİ KESER”


Kobane direnişi, 35. gününü de geride bıraktı. Bir kent, bir aydan fazladır insanüstü bir çabayla, insanlığın son zamanlarda gördüğü bir vahşet çetesine karşı direniyor. Burnumuzun dibinde insanlık ve barbarlık arasında yaşanan bu direnişi, sırf Kürtler direniyor diye, başta devlet ricali olmak üzere, görmek istemeyen ve hatta IŞİD kazansın diye bekleyenler şimdilik hüsrana uğramış durumda. Ama IŞİD tamamen Kobane’den uzaklaştırılabilmiş değil. Kobane için halen tehlike sürüyor.

Kobane’de direnen YPG’yi IŞİD’le bir tutan ve bir türlü Kobane’ye koridor açmamakta direnen AKP iktidarı, “peşmergenin Kobane’ye geçişine izin verdiklerini” bugün açıkladı. Hatta Mevlüt ÇAVUŞOĞLU “Kobane’nin düşmesini asla istemiyoruz” bile dedi.  Daha dün “Cumhurbaşbakan” Recep Tayyip ERDOĞAN “ Son günlerde bir şeyler dolaşmaya başladı. Nedir o? PYD’ ye silah desteği vermek ve PYD’ ye verilecek silah desteğiyle IŞİD’e karşı bir cephe oluşturmak.  Tamamda PYD şuanda bizim için PKK ile eştir. O da bir terör örgütüdür. Bir terör örgütüne kalkıp da bize dost olan NATO’da dost olduğumuz Amerika’nın böyle bir desteği, açıktan açığa bize söyleyerek, bizden evet ifadesini, yaklaşımını beklemesi çok yanlış olur, böyle bir şeyi bizden beklemesi mümkün değil, böyle bir şeye biz evet diyemeyiz” dedi.  İşte bu açıklamanın mürekkebi daha kurumamışken ABD’nin PYD’ ye silah yardımı yaptığı ve Türkiye’nin peşmergenin geçişine izin verdiği açıklandı. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Türkiye’ye bilgi verildiğini de ifade etti. Yani “NATO’nun Libya’da ne işi var” deyip, hemen ardından Libya operasyonuna koşar adım gidilmesi gibi, Amerika’dan talimat gelince hemen çark edildi.

Oysa düne kadar IŞİD’i PKK ile eşitleme kurnazlığıyla IŞİD’in Kürtleri ezeceği hesabı yapılıp, “Kobane düştü düşecek” diye sevinç içinde beyanatlar veriliyordu. “Kobane için koridor açılsın, Kobane de yaşananlara sessiz kalınmasın” diye sokağa çıkan insanlarına hunharca saldırıp, ülke iç savaşın eşiğine getirilmişti. Burnunun dibinde kendi halkının çığlığını duymayanlar, okyanus ötesinden gelen talimatı anında duyabildiler. Güzel  bir ata sözü vardır; emir demiri keser. ABD’den emir gelince, anında çark edildi.   

Herkesin Suriye’de yaşananlara dair bir planı varken, AKP iktidarı tamamen seyirci konumunda. Yaşanan gelişmelerle bağları kopmuş, Esad düşmanlığını tamamen mezhepçi bir şekilde saplantıya dönüştürmüş durumda.  İçerde “barış yapıyorum” dediği Kürtlerin, Suriye’de imha edilmesine ses çıkarmama ve göz yumma hamlesi şimdilik Kürtlerin direnişiyle duvara tosladı.

Sadece AKP değil, ABD’de çok istemese de kendi oyun planına çok uymayan, onun Suriye hayaliyle uyumlu olmayan PYD’ye yardım etmeye mahkûm oldu. Emperyalist güçler her zaman oyun kurarlar, ama her zaman oyunu kazanamazlar. Bugün ki yardıma bakıp, bir anda PYD ve Kürt hareketini işbirlikçilikle yaftalamaya çalışanlar, acele etmesinler sonra utanabilirler.

AKP’nin yakın müttefiki Barzani’nin bugün Rojava ve kantonları tanıması, Kobane’ye yardım göndermesi birazda “mecburiyetten” diyebiliriz. IŞİD’in karşısında Irak’ta düştüğü durum, Suriye’de PYD’yi görmezden gelmesine rağmen, PYD’nin IŞİD’e karşı gösterdiği direnç, PKK-PYD çizgisi karşısında Barzani’nin Kürtlerin lideri görüntüsüne darbe vurdu. Şimdi Barzani birazda düştüğü durumdan kendini kurtarma derdinde ama PYD, peşmerge desteğine ihtiyaçları olmadığını açıklayarak, Barzani’nin hamlesini boşa düşürmüş durumda.

Kobane, insanlık ve barbarlık arasında bir kavganın sembolü durumunda. Bugün bize düşen görev gericiliğe, çeteciliğe ve emperyalist barbarlığa karşı, direnen halkların yanında olmaktır.

24 Eylül 2014 Çarşamba

MESELE SADECE ANSAN DEĞİL!


Antalya Sanatçılar Derneği (ANSAN) 1993 yılından beri kullandığı, Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne ait, tarihi Kaleiçi’ndeki mekânından çıkarılmak isteniyor. ANSAN 2013 yılında kullandığı mekânı, Antalya Büyükşehir Belediyesi’nden 15 yıllığına yeniden kiraladı. Ancak 30 Mart yerel seçimlerinden sonra, belediyeyi tekrar kazanan AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes TÜREL ANSAN’a yeniden el attı. Daha önceki belediye başkanlığı döneminde de ANSAN’ı mekândan çıkarmak isteyen Türel, başarılı olamamıştı. İddialara göre Türel ANSAN’ı çıkarıp, mekânı Mc Donalds’a verecekti ama başarılı olmadı. Büyükşehir Belediyesini de kaybedince, ANSAN rahat bir nefes almıştı. Ama Türel yeniden belediye başkanı seçildi ve tekrar ANSAN’a el attı.
Antalya Büyükşehir Belediyesi şimdi tek taraflı olarak, çeşitli bahaneler öne sürerek, ANSAN’la yapılan kira sözleşmesini feshetmek istiyor.  Bunu da ANSAN’da yapılan faaliyetlerin belediyeye bildirilmediği bahanesiyle “tek taraflı kira sözleşmesini feshettik, mekânı boşaltın” diye bildiriyor. Bunun üzerine ANSAN yöneticileri mahkemeye başvurarak, yürütmeyi durdurma kararı alıyorlar. Ama Türel pes etmiyor, bu sefer nasıl oluyorsa Muratpaşa Kaymakamlığı marifetiyle ANSAN’ı tahliye ettirmeye çalışıyor. Bugün kaymakamlık yetkilileri, peşlerinde zabıtalar, çevik kuvvetle birlikte tahliye kararını bildirmek için ANSAN’a geldiler. Yüzlerce kişi de ANSAN’ın tahliyesini engellemek için, onları bekliyordu. ANSAN yetkilileri, kaymakamlıktan gelen yetkililere mahkemenin yürütmeyi durdurma kararını gösterdiler. Ama kaymakamlık yetkilileri mahkemenin kararını tanımayacaklarını ve derhal mekânın boşaltılmasını isteyerek,  mekândan çıktılar.
Recep Tayyip ERDOĞAN için, Atatürk Orman Çiftliği’nde kaçak olarak inşa edilen Ak Saray’a da Danıştay, durdurma kararı vermişti. Recep Tayyip ERDOĞAN da mahkeme kararı falan tanımayacağını ve inşaatın devam edeceğini söylemişti. Dediğini de yaptı ve mahkeme kararı falan da tanımadı, inşaat halen sürüyor. Muratpaşa Kaymakamlığı da işte bu tutumdan güç almaktadır.    

Kaymakamlığın bu hukuk tanımaz tutumuna rağmen, ANSAN yetkilileri ve orada toplanan halk da “burayı terk etmeyeceklerini, bu hukuk tanımaz tutuma karşı ANSAN’ı savunacaklarını” söyledi. Bunun üzerine polis birkaç saldırı girişimi denemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Ardından, mahkeme kararını tanımayacaklarını açıklayan Muratpaşa Kaymakamlığı yetkilileri, bu sefer Muratpaşa Kaymakamı’nın “mahkemeden alınan bir üst yazıyla yürütmeyi durdurma kararının kendisine getirilmesi durumunda, kararı yeniden gözden geçireceğini” bildirdi. Bu da başka bir hukuk tanımazlık olmasına rağmen, ANSAN avukatları bu talebi de yerine getirdiler. Kararı incelemesinin ardından kaymakam daha fazla direnemedi ve tahliye kararından vazgeçildi, bir tutanak tutularak polis kuşatması kaldırıldı, şimdilik ANSAN kurtuldu.

Şimdilik diyorum, çünkü Menderes TÜREL ANSAN’ı tahliye etmekten vazgeçmeyecek. Çünkü mesele sadece ANSAN değil. AKP, Büyükşehir Belediyesi eliyle Antalya’da ne kadar çağdaşlığı, ilericiliği temsil eden mekân ve kurum varsa saldırmak niyetindedir. ANSAN’ın ardından sıra Yavuz Özcan Parkında bulunan ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne kiralanan mekânlara gelecektir. Daha bir kaç hafta önce, belediyeye ait öğrenci yurdu bir oldubittiyle sıfırcı Bilal ERDOĞAN’ın vakfı, TÜRGEV’e devredildi. Öncesinde hiçbir talep ve ihtiyaç olmamasına rağmen, Sarısu mesire alanına sadece kadınların kullanabileceği bir kadınlar plajı açıldı.

Tüm bu yaşananlar AKP’nin özelde nasıl bir Antalya, genelde ise nasıl bir Türkiye istediğinin kanıtıdır. Tüm ülkeyi, gerici bir kuşatmayla sarmalamak istiyorlar. Ülkenin, kentlerin en değerli mekânlarını, doğal alanlarını piyasaya açmaya uğraşıyorlar. Ülkeyi dinci, gerici bir diktatörlüğe sürüklüyorlar.  Bugün ANSAN’da yaşananlar, bu kuşatmaya karşı nasıl bir cevap verileceğinin de kanıtıdır. Artık her sokağı, ağacı, dereyi, yaşamı birleşerek ve direnerek kazanmaktan başka çare yoktur. Hak ve hukukun tanınmadığı yerde direnmek de meşrudur.      

8 Eylül 2014 Pazartesi

PİS OLAN SİZİN KOKUŞMUŞ, FAŞİST ZİHNİYETİNİZDİR.

Mahir ÇETİN, 3 Eylül günü Antalya’nın Kaş ilçesinde öldürüldü. Ölümü sıradan bir ölüm gibi görüldü, üzerinde bile doğru dürüst durulmadı. Oysa Mahir ÇETİN Antalya’nın Kaş ilçesinde, 30 kişilik faşist bir grup tarafından linç edildi. Faşistler “pis Kürtler” diyerek, Mahir ÇETİN ve kuzenine saldırmış, aldığı darbeler sonucu da Mahir ÇETİN hayatını kaybetmiştir. 

Mahir ÇETİN, ülkemizin birçok yerinde, Kürtlere dönük yaşanan linç saldırılarının bir benzerine maruz kaldı. Onlardan farkı, bu sefer Mahir’in hayatını kaybetmesiydi. Önceki olayların hepsi “vatandaşların tepkisi” olarak geçiştirilmiş, kimse bir ceza almamıştı. İşte faşistlere sağlanan bu rahatlık ve konfor ortamıydı Mahir’in canını alan.

Tüm ülkedeki linç girişimlerini buraya yazmaya kalksam, sayfalar yetmez. Ama şöyle Antalya’da yaşanan birkaç örneği hatırlarsak, durumun nasıl normalleştirildiğini ve linç girişimlerinin nasıl cezasız bırakıldığını daha iyi görürüz.

Yıl 2007, yer yine Kaş. “Terör” protestosu yapan faşist bir grup, ilçede yaşayan Kürtlere saldırır. Kürtler dört gün boyunca peş peşe saldırılara maruz kalırlar.  Dokuz Kürt öldüresiye dövülür, Türk Bayrağını öpmeye zorlanırlar. Kürtler bayrağı öperken, eli sopalı faşistler de onları sopalarla öldüresiye döver. Olay jandarmaya bildirilir ama herhangi bir işlem yapılmaz. Olay basına yansıyınca, jandarma yetkilileri bölgede olay olmadığını savunurlar.

Yıl 2008, Antalya’da 25 Kürt işçinin kaldığı tek katlı eve saldırı olur, eve yanıcı maddeler atılır. Bu olay daha tam aydınlatılmadan, başka bir saldırı daha gerçekleştirilir. “Burada PKK’li istemiyoruz” diyerek, saldırıya geçen grup bu sefer evin içine bir torba dolusu kene atar. İşçiler olayı polise bildirir, ama polis saldırıyla ilgili hiçbir işlem yapmaz. “Rahatlatıcı” açıklamayı Tarım İl Müdürü yapar, keneler Kürt işçilere zarar vermemiştir. Saldırganlar zaten gözaltına bile alınmaz.

Yıl 2009, Yer Kaş’ın Kalkan beldesi. Servet YANIK isimli Kürt yolda yürürken, beş altı kişilik bir grubun saldırısına uğrar. Grup yol kenarındaki parke taşları kullanarak, Servet YANIK’ı hastanelik eder.  Servet YANIK, saldırganlardan şikâyetçi olur. Gözaltına alınan saldırganları savcı tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk eder, ama mahkemece serbest bırakılırlar.

Yıl 2009, Serik’te seralarda çalışan Kürt işçilere saldırı gerçekleşir. Kürt işçilerin bulunduğu seralar ve barınaklar taşlanır. Jandarma köye gelir, olay yatışır, kimse gözaltına alınmaz.

Buraya, Antalya’da seçim zamanlarında Kürt partilerine, merkezi kampus ve ilçelerdeki fakültelerde Kürt öğrencilere dönük ırkçı saldırıları da yazmıyorum.

İşte faşistlere sağlanan bu saldırganlık konforu, bir cana daha mal oldu. 30 kişilik saldırgan gruptan bir kişi tutuklanmış. Bu kişi, ya yakında serbest bırakılır ya da Ethem’in katili Ahmet ŞAHBAZ gibi az bir cezayla ödüllendirilir.

Sözde yeni ama tüm kurumlarıyla ve süren düzeniyle eski olan Türkiye’de değişen bir şey yok. Sözde barış sürecindeyiz. Kimse süreci, izlenecek yolu bilmiyor. Tek söylenen, “silahlar sussun, silahlar bırakılsın”. Oysa bu ülkenin ötekisi olan, silahlı bir gücü olmayan halkların uğradığı katliamların acıları taptaze. Daha dün, 6-7 Eylül katliamının yıl dönümüydü. Elinde silah olmayan, sırf Rum oldukları, Ermeni oldukları için iki gün boyunca herkesin gözleri önünde malları yağmalanan, öldürülen insanların hesabı sorulmadı, “özel harp dairesinin mükemmel bir işiydi” denip kutsandı.

Silahlar sussa bile, ötekine tahammülü olmayan, Kürtlerle komşu olmayı bile kendine yediremeyen milyonlar var bu ülkede. İşte asıl pis olan bu kokuşmuş, faşist zihniyettir, kimliği yüzünden öldürülen Mahir değil… 

5 Eylül 2014 Cuma

ANTALYA DEPREME HAZIRLIKLI MI?


Son bir aydır Antalya depremlerle peş peşe sallanıyor. Her hangi bir maddi hasara ya da can kaybına yol açmasa da sık aralıklı depremler korku yaratıyor. Antalya’da son zamanlarda yaşanan ve derecesi 6.0’ya yaklaşan bu depremlerin hasara yol açmamasının en büyük nedeni, yüzeye yakın olmaması. Yüzeye yakın olması halinde bu depremlerin hasara yol açması kaçınılmaz.

Peki, bu kadar sık gerçekleşen deprem, yaklaşan büyük bir depremin işareti mi? Böyle bir deprem olsa Antalya kenti bu tür bir depreme hazırlıklı mı?

Antalya’nın büyük bir kısmı 2. Derece deprem bölgesi, geriye kalan kısımları 1,3 ve 4. Derece deprem bölgesi. Kemer, Kumluca, Finike, Demre ve Kaş diğer ilçelere göre deprem açısından 1. derece riskli bölgeler. 2. Dereceden riskli bölgeler Antalya merkezi, Serik, Manavgat, Korkuteli ve Elmalı. 3. Dereceden riskli bölgeler Akseki ve İbradı. 4. Derece riskli olan bölgeler ise Alanya, Gazipaşa ve Gündoğmuş.

Antalya’da büyük çaplı bir deprem en son 1743’te yaşanmış ve aralıklı olarak 300 yılda bir yaşandığı tahmin ediliyor. Antalya’daki aktif fayların uzun süredir, suskun olduğu görülüyor. Yani, olası büyük bir deprem Antalya’nın kapısında. Peki, kentimiz olası büyük bir depreme hazır mı? Soruna maalesef olumlu bir yanıt veremiyoruz. Ülkemiz ne kadar depreme hazırlıklıysa, Antalya’da o kadar hazırlıklı işte.

Antalya İnşaat Mühendisleri Odası ve Jeoloji Mühendisleri Odalarının verilerine göre, Antalya’da 120 bin bina bulunmakta. Bu binaların yaklaşık 85 bini 1998’den önce yapılmış ve çoğu deprem riski taşıyor. Riskli binaların başında da elbette, kamu binaları geliyor. Bu binalar yapılırken, Antalya’nın deprem riski 4. Derece olarak biliniyordu. Ama bu risk derecesi daha sonra 2. Dereceye çıkarıldı. Ama görüldüğü gibi, çoğu bina depreme dayanıklı değil.

Sık sık yaşanan bu depremler, umarım yetkilileri biraz kendine getirsin ve Antalya’nın deprem hazırlıkları gözden geçirilsin. Riskli binalar derhal tespit edilmeli ve gereken önlemler alınmalı. Antalya yoğun göç alan bir kent ve bu göçle orantılı yoğun bir yapılaşma var. Son zamanlarda yüksek katlı binaların sayısı, giderek artıyor. Bu yapıların depreme dayanıklı şekilde yapılması için, tüm denetimlerin düzgün şekilde yapılması sağlanmalı. Özellikle riskli bölgeler, kesinlikle imara açılmamalı.

Deprem öncesi yapılacaklar ve alınacak önlemler kadar, olası bir deprem sonrasına da hazırlıklı olunmalı. Deprem için toplanma yerleri belirlenmeli, acil yardım ve kurtarma ekipleri hazır hale getirilmeli, Kızılay’ın stokları gözden geçirilmelidir.

28 Ağustos 2014 Perşembe

MADALYA VARSA SORUN YOK!


Nihayet Recep Tayyip ERDOĞAN yemin ederek, Cumhurbaşkanlığı görevine başladı. Yemin törenine kadar anayasayı iğdiş etti. Öyle ki Resmi Gazete bile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kesin sonuçlarını, yemin töreni sabahı yayınlayabildi. Recep Tayyip ERDOĞAN bu süre zarfında kendinden sonra AKP’nin iplerini elinden bırakmamak için, partisini dizayn etti. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından, alelacele 27 Ağustos’ta olağanüstü kongre kararı alarak, “kardeşim” dediği Abdullah GÜL’ü de saf dışı bırakmış oldu. Öyle ki Recep Tayyip ERDOĞAN’ın kalemşörleri, imalı şekilde Abdullah GÜL’ün “paralelci” olduğunu bile söylediler.

İkili açık açık birbirini hedef almasa da konuşmalarının satır aralarında, mesajlarını vermeyi ihmal etmediler. Medya ve kamuoyu önünde de sorun yokmuş gibi davranmayı sürdürdüler. Cumhurbaşkanlığı devir teslim töreninde de birbirlerine karşı güzel sözler sarf ettiler. Hatta Recep Tayyip ERDOĞAN, Abdullah GÜL’e devlet şeref madalyası bile taktı.    

Bu madalya takma olayı, bana başka bir madalya takma olayını hatırlattı. Kore Savaşı’nın en yoğun günlerinde ABD Başkanı Truman’ın General MacArthur’a taktığı madalya. Birbirinden nefret eden ikili, kamuoyu karşısında sorun yokmuş gibi görünmek için, bu mizansen sahnelenir.

General MacArthur, İkinci Dünya Savaşı sırasında Pasifik cephesinde büyük başarılar kazanmıştı. Bu başarıları sayesinde, Kore Savaşı’nda da Birleşmiş Milletlerin oluşturduğu kuvvetlerin başına, ABD tarafından komutan olarak atanmıştır. Kore Savaşı sırasında da Komünist Kuzey Kore’ye karşı, kimi başarılar kazanmıştı. Bu başarıların verdiği güvenle tüm kuzeyi işgal etmek istiyordu.  ABD başkanı Truman ise bu görüşe karşıydı, Çin’i ve Sovyetleri daha fazla karşısına almak istemiyordu. MacArthur bu fikre sıcak bakmıyor, ABD Başkanı Truman’ın askerlikten anlamadığını hatta siyaseti de bilmediğini, başarılarından dolayı başkanın kendisini kıskandığını ifade ediyordu.

Bu gerilimli günlerde, Başkan Truman görüşme için MacArthur’u ABD’ye çağırır ama MacArthur birliklerinin başından ayrılmasının doğru olmayacağını bahane ederek, ABD’ye gitmez ve Truman’ı Pasifik’te bir adada görüşmeye ikna eder. Böylece MacArthur başkanın ayağına gitmemiş, başkanı ayağına getirtmiştir. Başkan uçağıyla adaya gelmek üzeredir, bu sırada ikilinin uçakları havada karşılaşır, bu sefer de kimin uçağı önce inecek gerilimi yaşanır. Başkan Truman sert bir emirle kendi uçaklarının sonra ineceğini, bu sebeple generalin uçağının inmesini emreder. MacArthur’un uçağı böylece erkenden iner. Ama MacArthur bunun altında kalmaz, Truman’ın uçağı indikten sonra onu karşılayacaklar arasına uzun süre katılmaz. Bu sırada MacArthur gelene kadar da Truman uçaktan inmez. Sonunda MacArthur gelir ve karşılama merasimi tamamlanır.  Ardından görüşmenin yapılacağı odaya geçilir. Truman yaptıklarından dolayı, MacArthur’u azarlar. Fırçayı yiyen MacArthur kıpkırmızı kesilir. Yapılan görüşmede Truman, MacArthur’a tüm Kuzeyi işgal etme planından vazgeçmesini söyler. Aldıkları istihbarata göre, Çin savaşa müdahale edecektir. MacArthur elindeki istihbaratlara güvenerek, bunun mümkün olmadığını dile getirir.

Görüşmenin sonunda ikili dışarı çıkar, aralarında bir sorun olmadığını göstermek için, düzenlenen bir törenle Truman MacArthur’a gösterdiği üstün hizmetlerden dolayı madalya takar. Bugün ki törende olduğu gibi, ikili birbirine güzel sözler söyleyerek ayrılırlar. MacArthur madalyayı alsa da savaşı kaybeder. Truman haklı çıkar, Çin savaşa müdahale ederek savaşın seyrini değiştirir, ABD birliklerini bozguna uğratır. Bu başarısızlık MacArthur’a pahalıya patlar, Truman tarafından görevden alınır.

Yani madalya takmakla sorunlar çözülmüş olmuyor, her cephede savaş devam ediyor. Recep Tayyip ERDOĞAN her ne kadar madalya taksa da Gül karşısında ilk cepheyi kazandı. Sonrası nasıl gelişecek hep birlikte göreceğiz.

Cumhurbaşkanlığı yemin töreni ve devir teslimdeki madalya kadar konuşulan başka bir konu da HDP lideri Selahattin DEMİRTAŞ’ın Recep Tayyip ERDOĞAN’ı “nezaketen” ayakta alkışlamasıydı. Daha birkaç gün önce, Recep Tayyip ERDOĞAN’ın emrindeki silahlı güçlerce Mahsun KORKMAZ heykeli yıkılıp, bir Kürt genci öldürülmedi mi? Bu neyin nezaketi. Reyhanlı açıklaması, gezi beyanatı, Roboskili ailelerin Recep Tayyip ERDOĞAN’la iftara ikna edilmesi…  Son olarak, bu ayakta alkışlama olayı… Umalım ki bu, Selahattin DEMİRTAŞ’ın son “nezaketli” davranışı olsun.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

RIZA SARRAFLARIN CUMHURBAŞKANI


Cumhurbaşkanlığı seçimleri de sona erdi. Aşağı yukarı beklenen oldu ve Recep Tayyip ERDOĞAN, Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı oldu.  Kullandığı devlet imkânları, aldığı devasa “bağışlar”, sınırsız medya desteğiyle, yürüttüğü kampanyayla bir kere daha “seçim kazanmayı” başardı.  12, Recep Tayyip ERDOĞAN için uğurlu bir rakam. 12 Eylül darbesiyle önleri açıldı,12 Eylül referandumuyla iktidarını pekiştirdi, şimdi de 12. Cumhurbaşkanlığı. Bir de 12 Eylül’ün mimarlarından Cuntacı Kenan EVREN gibi halkoyuyla seçildi, şimdi de Kenan EVREN’i bile geride bırakacak, bir zorba başkan olma yolunda ilerliyor. 12 kere maşallah kendisine.

Bu seçimde benim için akılda kalacak olan en önemli şey, Rıza SARRAF’ın oy kullanması ve alay eder gibi yaptığı açıklama olacaktır. Bu olay ülkemizin kısa özeti gibidir. 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla açığa çıkan kirli ilişkileriyle cezaevinde olması gereken kişi, rahatça gelip oyunu kullanıyor ve aklı sıra milletle dalgasını geçiyor.  “Oyunuzu hangi adaya verdiniz?” diye soran basın mensuplarına “Valla ben pusulada bir aday gördüm ama.  Başka aday da var mıydı?”diye konuşabiliyor.  Sarp KURAY “tek kişilik örgüt” davasından adeta cezaevinde esir alınmışken, ölüm sınırında bekleyen yüzlerce hasta tutsak içerdeyken, Rıza SARRAF gibiler rahatça oyunu kullanıp, halkımızla dalgasını geçiyor.  O da biliyor ki kendisi ve birçok ülkeyi soyup soğana çevirenin garantisi Recep Tayyip ERDOĞAN. Kendisi ne kadar “Ben milletin cumhurbaşkanıyım” dese de aslında o, Rıza Sarrafların, milletin anasına küfreden Mehmet Cengizlerin Cumhurbaşkanı.  Bu yoksulluk ve yolsuzluk düzenini birlikte yürütüyorlar ve birbirlerine mecburlar.

İşte halkımız böyle bir Cumhurbaşkanı seçmiştir. Ülkemiz için asıl üzücü olan nokta burasıdır. Toplumun bir kesimi yapılan her türlü hırsızlığı, yolsuzluğu meşru görmektedir. Bir ülke için bundan daha büyük bir tehlike olamaz. Bu ahlaki çürüme, ülkeyi dini referanslarla yönetmeye çalışan AKP iktidarıyla tavan yapmış durumda.  Bu yolsuzluklar yurttaşlar için bir anlam ifade etmiyor ya da görmezden geliyorlar. Geçen gün televizyonda bir programda, söyleyen kimdi şimdi hatırlayamıyorum, HZ. Musa örneğini anlatıyordu. Zorba Firavun’a karşı halkı kendi dinine çağıran Musa’ya halkının verdiği cevap, aslında biraz halkımızın durumunun özeti.   Kendilerini doğruluğa çağıran Musa’ya halkının cevabı şu olur; “Ey Musa doğru söylüyorsun ama karnımızı Firavun doyuruyor”. Bizde ki çalıyor ama çalışıyor bir başka versiyonu. Binlerce yılda doğu toplumlarının kat ettiği mesafe iki farklı kelime kadar.

Recep Tayyip ERDOĞAN’ın seçilmesi, doğal olarak ona muhalif kesimlerin moralini bozmuş olabilir. Haliyle daha zor ve kara günler bizi bekliyor. Ama otuz yılı aşkın bir süredir ülkemizin gittiği nokta, bu yoldur. Bizler de buna karşı mücadele etmeyi sürdürüyoruz. Şimdide sürdüreceğiz. Recep Tayyip ERDOĞAN’ın, oyunun tüm kurallarını neredeyse kendinin belirlediği bir seçimle yıkılmayacağı belli. Kaybetseydi muhalif kesimler için moral kazanım olurdu. Ama asla kolay teslim olmazdı. Çünkü kurdukları ve halen kurmaya çalıştıkları “yeni bir Türkiye” düzeni var. Durmadan işaret ettiği 2023 ve 2071 gibi tarihler sadece bir hayal ve kişisel istikbalinin hedefleri değil, kendi arzuladıkları o karanlıklar ülkesinin hedefleri. Bize düşen, karanlığa karşı aydınlık bir Türkiye’yi yeniden kurmak.

Evet diktatör sandıkta değil, sokakta devrilir ama sokağa hâkim olmak için bütün bir hayata da hâkim olmalısınız. Mahallede yoksulların, iş yerlerinde işçilerin, kamu çalışanlarının, üniversitede gençlerin içinde olmanız şart. Eğer daha üniversiteyi kazanan bir yoldaşınızın barınma sorununa çözüm üretemiyorsanız, hiçbir şeye hâkim değilsiniz demektir.

Buralara hâkim olursanız ancak diktatör o zaman sokakta devrilir. Sokağı besleyecek bu kılcal damarlarınız tıkalıysa, siyaseten daha çok kalp krizi geçirirsiniz. O yüzden hayata ve mücadeleye acil bir müdahale kaçınılmaz. Öncelikle bu karamsarlıktan kurtulup, önümüzdeki daha zorlu geçecek mücadeleye hazır olmalıyız.   

21 Temmuz 2014 Pazartesi

FAŞİZM ŞAKAYA GELMEZ. NEREDE GÖRÜLSE BAŞI EZİLMELİDİR.


İsrail, üç Yahudi yerleşimcinin öldürülmesini bahane ederek, Filistin’e dönük başlattığı hava saldırısını, kara harekâtına çevirdi. Neredeyse katliam boyutuna varan saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı, 400’e yaklaşıyor.  İsrail saldırıları yüzünden, binlerce Filistinli yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. 

Tüm bu yaşanan katliama ve Filistinlilerin dramına, dünya devletleri yine kör ve sağır. Bırakın bir tepki vermeyi, neredeyse Filistin halkı toptan suçlu ilan edilecek. “ İsrail’in savunma” hakkı diyerek, bütün bir Filistin halkının yaşam hakkı göz göre göre ihlal ediliyor, adeta bir katliam yaşanıyor. Tüm dünya egemenleri bu vahşeti seyrederken, İsrail’e gerçek anlamda net tutum alan üç ülke olan Küba, Şili ve Venezüella’yı da bir kenara not edin. Zira İsrail’e lafla değil, gereğini yaparak, Filistin halkının yanında olduklarını gösterdiler.

Devletler sessiz kalırken, dünya halkları Filistin için sokaklara döküldü. Fransa’dan Hindistan’a, G.Afrika’dan Çin’e kadar birçok ülkede ve kıtada Filistin’le dayanışma eylemleri yapıldı. Ülkemizde de Filistin’le ilgili eylemler yapılıyor. Özellikle İslamcılar tarafından yapılan kimi eylemlerin, son zamanda ırkçılığa varan bir boyut kazandığı görülüyor. İHH gibi çevreler tarafından, ülkemizde yaşayan Yahudiler açıkça tehdit ediliyor.  Özellikle İsrail devletini ve onun katliamlarını hedef almak yerine, toptan tüm Yahudilerin hedef alındığını ve neredeyse Hitlerin bir “aziz” mertebesine yükseltildiğini görüyoruz.  Akit gibi gerici gazetelerin bulmacalarında, Hitler özlemle anılıyor.  Posterleri eylemlerde taşınıyor.  İsrail’e karşı her hangi bir tutum almayan, askeri ve politik ilişkileri bile askıya alamayan, İsrail jetlerinin yakıtlarının Türkiye’den gittiğini yalanlamayan Recep Tayyip ERDOĞAN da mitinglerinde “bunlar katliamlarında Hitleri bile geçtiler” gibi söylemlerle gericiliğe ve ırkçı hezeyanlara çanak tutmaktadır.

Hitler modern dünyanın görüp görebileceği, en kanlı ve cani faşist diktatörlerden biriydi.  İnternette arama motorlarının herhangi birine “Hitler” yazın, önünüze onun yaptığı katliamlarla ilgi sayısız görsel ve yazılı belge çıkacaktır. Sadece yaptığı katliamlar değil, başlattığı emperyalistler arası paylaşım savaşıyla da milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu.  İnsanları gaz odalarında, ölümcül deneylerde, fırınlarda, toplama kamplarında kitlesel olarak katletti.  Katledilenlerin çoğu da Yahudiler, solcular, Çingeneler, Hıristiyanlar ve politik muhaliflerdi. Şimdi insanlığın gördüğü en büyük katliamlardan birine uğramış bir halkı, İsrail’in uygulamalarından dolayı tehdit etmek ve Hitleri kutsamak insanlık adına utanç vericidir. Kendi vatandaşlarının hepsi İsrail’in uygulamalarını tasvip ediyor değil, kimi İsrail vatandaşı eylemlerle devletlerinin uygulamalarını protesto ederken, yüzlerce İsrailli asker de Filistin’e karşı savaşmayı reddediyor.  

Hitler vurgusu öyle sıradan geçiştirilecek ve bunu sadece Filistin’de yaşananlara bir tepki olarak algılamak, büyük hata olur. Faşizmle şaka olmaz, nerde görülse başı hemen ezilmelidir. Çünkü 6-7 Eylül’ü, Maraş’ı, Çorum’u ve Sivas’ı yaşamış bir ülkeyiz. Daha geçen gün Maraş ve Adana’da, dün Gaziantep’te Suriyeli mültecilere dönük kitlesel linç girişimlerinin yaşandığını unutmayalım. Bunları sıradan bir halk tepkisi olarak görmek, durumu normalleştirmek demektir.  Oy hesapları veya başka hesaplar uğruna ırkçılığı ve gericiliği körüklemek, ülkede geri dönülmesi zor yaralar açar.

Filistin’le dayanışma, ırkçı hezeyanlarla olmaz.  Ülkenin dört bir yanında İsrail katliamlarına karşı sesimizi yükseltmeli ve Filistin halkıyla gerçek bir dayanışma içinde olmalıyız.

8 Temmuz 2014 Salı

ÖDP VE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ


ÖDP kurulduğu günden bu yana, her seçim süreci bir sancıya dönüşmüştür. Kuruluşunun ardından büyük umutlarla girilen ilk seçime, bir taraftan CHP’nin “şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor” baskılaması, diğer taraftan parti içindeki kimi grupların HADEP’in desteklenmesi gerektiği tutumuyla girilmişti. İş o raddeye varmıştı ki kimi parti üyeleri partinin tek başına seçime girme kararına rağmen, açıktan HADEP’e çalışıyordu.  Seçimde alınan sonuçlar da tam bir hayal kırıklığı olmuştu. 2002 seçimleri öncesi yine ittifak tartışmaları alevlenmiş, yapılan onca görüşme ve tartışmanın ardından nasıl olduysa gidilip, Sema PİŞKİNSÜT’ün Toplumcu Demokrasi Partisi’yle yapılan ittifakla seçime girilmişti. 2007 seçimlerine ise başka bir krizle giriliyordu. Ufuk URAS parti kurulu ve kararlarını hiçe sayarak, Kürt hareketinin desteğiyle bağımsız aday olup seçime girerken, ÖDP’de kendi seçim çalışmasını yürütüyordu. 2011 seçimlerineyse YSK kararıyla katılamadı.

ÖDP olarak belki de net ve doğru politikanın uygulandığı tek seçim süreci, 30 Mart 2014 yerel seçim süreci oldu. Seçime birkaç gün kala değil, çok öncesinden üyeleriyle başlattığı seçim tartışmalarıyla tepede yapılan ittifaklardan uzak, partinin politik hattı ve tutumunu belirledi. Eksik yönleri olmasına rağmen, partinin gücü ve kapasitesi oranında yapılabilecek en iyi seçim çalışması yapıldı. Parti ve üyeleri gereksiz seçim tartışmaları ve gerilimlerinin dışında kaldı.

Şimdi ülkenin geleceği açısından önem arz eden bir seçimin arifesindeyiz. AKP’nin adayı baştan beri belliydi, uzun zamandır başkanlık hayalleri kuran, ama bu hayali Gezi isyanıyla kesintiye uğrayan Tayyip ERDOĞAN adaylığını ilan etti. CHP’de Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı düzene karşı bir tutum almak yerine, o düzeni ehlileştirecek bir adayı tercih etti. Topluma soldan bir seçenek sunmak yerine, toplumu iki sağcı aday arasında tercihe mahkûm bıraktı, hem de MHP ile ittifak yaparak.

Böyle bir durum karşısında Cumhurbaşkanı çıkarabilecek üçüncü seçenek olan HDP, tarihi bir sorumluluk ve fırsatla karşı karşıyaydı. Halkı iki sağcı seçeneğe mahkûm eden bu tutuma karşı, toplumsal muhalefetin her kesimini kapsayacak bir aday çıkarabilirdi. Bunun için aralarında ÖDP’nin de olduğu birçok partiyle görüşmeler yapıldı, ama HDP kendi adayını açıklamayı tercih etti.

HDP, Eş Genel Başkanlarından Selahattin DEMİRTAŞ’ı aday olarak açıkladı. Selahattin DEMİRTAŞ’ın şahsına kimsenin bir diyeceği yok, ama HDP bir program etrafında toplumsal muhalefetin de üzerinde uzlaşacağı bir kişiyi aday gösterebilirdi ama bunu yapmadı. Selahattin DEMİRTAŞ daha çok Kürt Siyasal Hareketi’nin kendi tercihleri ve ihtiyaçları doğrultusunda aday gösterilmiştir.   

ÖDP’de böyle bir seçim atmosferinde, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki tavrını açıkladı: “ÖDP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde katile, hırsıza, diktatöre, yalancıya oy vermeme çağrısı ile tüm gücüyle Erdoğan ve AKP’ye karşı mücadele edecektir…. CHP’nin tercihini MHP ile ittifak içerisinde belirlemesinin ardından da HDP ile bu doğrultuda görüşmeler gerçekleştirilmiş, farklı toplumsal muhalefet kesimlerinin katıldığı ortak toplantılar gerçekleştirilmiştir. Ancak bu tartışmalarda da ortak bir iradenin şekillenmesi gerçekleşmemiştir.

Sürecin yönünü değiştirecek birleşik bir güç merkezinin, muhalefet odağının henüz yaratılamamış olması, bu seçeneksizliğin ortaya çıkmasının en önemli nedenidir. Bu tarihsel sorumluluğumuzu yerine getiremediğimiz sürece de bu durum böyle sürüp gidecektir.

Bu durumun değişmesi, Erdoğan ve AKP zihniyetiyle gerçek bir hesaplaşmanın yolunun açılabilmesi için bu gidişattan memnun olmayan herkese, hepimize düşen sorumluluk birleşik bir muhalefet gücünün yaratılması için daha büyük bir kararlılık göstermekten başka bir şey değildir. Bugünkü seçeneksizliği aşacak olan birleşik bir direniş mücadelesiyle yaratacağımız eşitlikçi, özgürlükçü seçenek olacaktır*” şeklinde ifade etti.

Bu açıklamanın sonunda “seçimleri boykot edeceğiz gibi bir sonuç çıkacak” diye düşündüm. Ama bir boykot seçeneği yoktu. Selahattin DEMİRTAŞ’ı da desteklemeyeceğimize göre, ne yapacaktık?  ÖDP’nin yapması gereken, bir tutum ifade etmesiydi. Bunu yapmadı. Bu duruma birkaç noktada itirazım var.

ÖDP 30 Mart yerel seçimleri öncesi yürüttüğü seçim tartışmalarını, Cumhurbaşkanlığı süreci içinde yürütebilirdi. En azından parti üyelerinin düşüncelerinin ve eğiliminin ne olduğunu açığa çıkarmalı, parti meclisi buna göre bir karar almalıydı.  Zaman darlığı vardıysa, en azından PM üyeleri bölge toplantılarıyla PM öncesi bu tartışmaları yapabilirdi.

Böyle siyasi bir karar alıp, sonunda hiçbir şey söylememek siyasi bir hareket için yanlış bir tutumdur. Tutumumuzu yazdık, meramımızı anlattık demekle geçiştiremeyiz. Bizim ne anlattığımız değil, halkın ne anladığı önemli. Şimdi bu metni okuyanlar, ÖDP’ye gönül verenler, halkımız ne diyecek “ katile hırsıza oy vermeyeceğiniz kesin, ikinci sağcı bir adaya da zaten oy vermeniz düşünülemez, Selahattin DEMİRTAŞ’la ilgili itirazlarınızda var ama boykotta etmiyorsunuz. Ee ne ediyorsunuz?” diyen insanlara “tane tane anlattık okumadın mı?” diyeceğiz.

Boykot seçeneği AKP’ye yarar diye bir kaygı taşınıyorsa, o zaman insanları oy vermeye çağırırsınız. Böyle bir çağrı yapacaksanız da elbette tercihiniz Selahattin DEMİRTAŞ olur. Bunu deklere etmekten de çekinmezsiniz. Ama bunu bir karar haline getirmeyip, üyelerinize ve kamuoyuna deklere etmeyip, sosyal medyada “zaten Selahattin DEMİRTAŞ’a oy vereceğiz” demek daha yanlış bir tutumdur.

Son olarak bir siyasi harekette, kararsızlık diye bir durum olmaz. ÖDP’nin bu kararının sonucu boykot olmalıydı. Böyle muğlâk, nereye çekersen oraya giden bir açıklama olmamalıydı. Onca doğru tespit yapıp, bunu nasıl bir net tavır haline getiremiyoruz, insan gerçekten hayret ediyor.


* http://muhalefet.org/haber-odp-cumhurbaskanligi-secimindeki-tavrini-acikladi-12-11349.aspx#.U7rF8R4uLAM.facebook